San Francisco’ya yaptığımız bu seyahatin asıl çıkış noktası, oğlumuzun burada katılacağı beş günlük basketbol kampıydı. Tabii söz konusu Amerika olunca, o kadar mesafe kat etmişken sadece basketbol kampına gidip dönmek olmazdı. O yüzden biz de rotamızı genişlettik ve seyahatimizi başlangıç noktası San Francisco olan on yedi günlük kapsamlı bir California–Nevada kültür ve deneyim yolculuğuna dönüştürdük.
Çocukluk hayallerimin şehri…
San Francisco ile bağım, ilk kez bu şehre ayak bastığımda değil, çok daha önce, çocukluk yıllarımda kurulmuştu. 1980’lerin başında, tek kanallı TRT ekranlarında yayınlanan “San Francisco Sokakları” (The Streets of San Francisco) dizisi, ailece heyecanla izlediğimiz programların başında yer alırdı. Karl Malden ve genç Michael Douglas’ın başrollerini üstlendikleri bu dizide, bu iki dedektif eşliğinde şehrin dik yokuşlarını, nostaljik tramvaylarını ve sisle örtülü gizemli sokaklarını geze toza adeta ezberlemiştik.

Bu ilk tanışıklığın üzerinden yıllar geçti… Daha sonra, 2009 ve 2011 yıllarında bu şehri iki kez ziyaret etme şansım oldu. Her köşesi çocukluk anılarımda taptaze yaşayan kesitleri barındıran bu şehri ilk görüşte sevdim. Sonrasında bağlantım pek olmadı, ta ki bu yıla kadar. Bu yaz, oğlumuzun basketbol kampı sayesinde San Francisco’yu üçüncü kez, ama bu defa daha farklı bir gözle ve derinlikle görme, gezme ve daha önemlisi anlama fırsatım oldu.
Bu yazımda, işte hem geçmişin izlerini süren o çocuk ruhumun hem de bugünü deneyimleyen gözlerimin birleştirdiği bir San Francisco yolculuğunu sizlerle paylaşıyorum. Gelin dilerseniz şehirde beni en çok neler çarptı, önce onu bir anlatayım.
Havaya Aldanma, Montunu Yanından Ayırma
San Francisco yaz kış 20 derece civarında havası ile meşhur ve o nedenle evsizler dahil pek çok kişinin yaşamak istediği şehirlerin başında yer alıyor. Tabii hal böyle olunca biz de seyahatimizin gerçekleştiği Haziran son haftasında ılıman bir hava beklentisi ve bu beklentimize uygun kıyafetlerle şehre intikal ettik. Ancak meğer şehrin en soğuk ayı Haziran olurmuş ve biz bırakın ılıman olmayı, serin bile denilemeyecek soğuk bir hava bulunca karşımızda şehirde olduğumuz süre boyunca en sık kullandığımız eşya montlarımız oldu. Sabahları 14–15 derece ile başlayan sıcaklık, öğlen saatlerinde dahi nadiren 20’yi geçti. Okyanustan sürekli esen soğuk rüzgâr da cabası.

Tabii merak edip sebebini araştırınca öğrendik ki, Pasifik Okyanusu’ndan gelen soğuk Humboldt akıntısı ve kıyıya doğru bastıran sis bulutları bu sonucu doğuruyormuş.
Bu arada şehrin lakabı “Fog City” -sis şehir. Kesinlikle bu ismin hakkını yaz kış veriyor. Sis o kadar yoğun olabiliyor ki, bazı sabahlar Golden Gate Köprüsü’nü bile göremediğiniz oluyor.
Bu arada hava soğukluğu ile ilgili olarak daha çok şehir merkezinden bahsediyorum. Ne zaman ki 40 dakika güneye – Palo Alto’ya doğru inmeye başlıyorsunuz sıcaklık bir anda 30 derecelere çıkıyor. O yüzden San Francisco’ya gelirken tedbiri elden bırakmayın valizinize yazlık kıyafetlerinizin yanı sıra kalınca bir mont da eklemeyi unutmayın.
Şehir belki bazen soğuk ama tarzıyla her zaman sıcak.
29 Haziran: Pride Yürüyüşü ve Birlik Hissi
Şehrin genelinde hissettiğimiz yapıcı ve saygılı tavrın günlük hayatın yanı sıra şehrin kültürünü oluşturan önemli değerlerin başında yer aldığını yılda bir defa 29 Haziran tarihinde gerçekleşen “Pride Parade” sırasında birinci elden deneyimleme imkânı bulduk. San Francisco’da geçirdiğimiz 29 Haziran günü, şehri başka bir gözle görmemize vesile oldu.
O gün San Francisco sokaklarında gezinirken, trafiğe kapatılmış cadde boyunca uzanan rengârenk bir kortejle karşılaştık: San Francisco LGBTQ+ Pride Yürüyüşü.

Nedir bu yürüyüşün hikayesi diye merak ettim, araştırdım ve öğrendim ki 1960’lardan bugüne uzanan bir mücadelenin sesiymiş. Aileleriyle gelenler, gökkuşağı bayrakları taşıyan gençler, destek afişleriyle yürüyen yaşlılar… Her yaştan, her kesimden herkes oradaydı. Castro Mahallesi’nden doğup tüm dünyaya yayılmış olan bu hareket, şehrin dokusuna tam anlamıyla işlemiş durumda. Şehrin her yerinde gökkuşağı bayraklarını görmeniz mümkün.

Union Square’in bir alt caddesinde bu yürüyüşe şahitlik etmek, bizim için de değişik bir deneyimdi. San Francisco’nun LGBTQ+ topluluğu için neden bu kadar önemli bir merkez olduğunu, yalnızca duymakla değil, bizzat hissederek anlamış oldum bu ziyaretimde.
“Golden” Her Yerde: Golden Gate, Golden State, Golden Park
San Francisco deyince ilk akla gelen yerlerden biri hiç şüphesiz meşhur Golden Gate Köprüsü. Ama şehri gezerken fark ediyorsunuz ki sadece köprünün adında değil şehre ait önemli unsurların çoğunda “Golden” kelimesi geçiyor —mesela California’nın lakabı Golden State, basket takımlarının adı Golden State Warriors, en güzel parklarının adı Golden Park. Tabii aslında bu “altın” teması hiç tesadüf değil.
“Golden” kelimesi, 1848’de Kaliforniya’da altın bulunmasıyla başlayan “Gold Rush” (Altına Hücum) döneminden geliyor. Bu olay, sadece San Francisco’nun değil, tüm Kaliforniya’nın kaderini değiştirmiş. Binlerce insan “altın” bulma umuduyla buraya göç etmiş ve San Francisco, liman şehri kimliğiyle bu akının merkezi hâline gelmiş.
Golden Gate Köprüsü’ne gelince… “Altın Kapı” aslında köprünün rengiyle değil, coğrafi konumuyla ilgili. Pasifik Okyanusu’ndan San Francisco Körfezi’ne giriş sağlayan doğal boğaz, 1846’da “Chrysopylae” yani “Altın Kapı” olarak adlandırılmış.
Şehir bu zenginlik ve girişimcilik ruhunu bu dönemde de yüksek teknoloji ve inovasyon üssü “Silicon Valley- Silikon Vadisi” ile devam ettiriyor gibi.
Gelecek Burada Yaşıyor: Sürücüsüz Araçlar, Robot Baristalar ve Daha Fazlası
San Francisco sadece geçmişiyle değil, geleceğiyle de etkileyici. Şehir, Silikon Vadisi’nin yarattığı teknolojik devinimin günlük hayatta en çok hissedildiği yerlerden biri. Bu da bazı sahneleri adeta bir bilim kurgu filminden fırlamış kılıyor.
İlk dikkat çeken teknoloji harikalarından biri, sokaklarda sıkça karşımıza çıkan Waymo araçları oldu. Google’ın ana şirketi Alphabet tarafından geliştirilen bu sürücüsüz taksiler, test aşamasını geride bırakmış ve artık belirli bölgelerde aktif olarak hizmet vermeye başlamış durumda. Direksiyon başında kimse yok; sadece sensörlerle donatılmış bir araç, önceden haritalanmış rotalar üzerinde sessizce ilerliyor. İlk gördüğümüzde durup birkaç dakika boyunca gözlemledik — çünkü bu yalnızca teknolojik bir yenilik değil, aynı zamanda şehir yaşamının evrimine birebir tanıklık etmekti. Maalesef Amerika telefon hattımız olmadığı için Waymo çağırıp şehri bir de sürücüsüz gezemedik 🙁
Bu deneyim üzerine bir Uber şoförüne görüşünü sorduk. Waymo’nun Uber’e kıyasla daha pahalı olduğunu belirtti. Anlaşılan o ki, hızla gelişen teknoloji şirketleri şehir içi ulaşımı yeniden tanımlamaya devam edecek. Uber de bu değişime ayak uydurmak için ya Waymo gibi firmalarla iş birliğini sürdürecek ya da kendi sürücüsüz araçlarıyla rekabetin içinde kalmaya çalışacak.

Pier 39’da ise daha farklı bir örnekle karşılaştık: robot barista. Bir kahve standında, siparişinizi dokunmatik ekrandan veriyorsunuz, ardından robot kol sırayla kahveyi öğütüyor, sütü buharla köpürtüyor ve kahvenizi hazırlayıp size sunuyor. Sıradaki müşteriyle ilgilenmeden önce kendi kendini temizliyor bile. Bu tarz küçük ama etkileyici deneyimler, teknolojinin yalnızca iş dünyasına değil, günlük hayatımıza da ne kadar entegre hâle geldiğini gösteriyor. Aşağıdaki video’ya tıklayarak bu gelişimi kendi gözlerinizle görebilirsiniz.
Tüm bu uygulamalar, San Francisco’nun sadece teknoloji şirketlerinin değil, teknolojinin yaşandığı bir şehrin ta kendisi olduğunu kanıtlıyor.
Bu tür deneyimler özellikle genç gezginler ve teknoloji meraklıları için büyük bir ilham kaynağı olabilir. Geleceğin şehir yaşamını şimdiden merak edenler için San Francisco adeta bir açık hava laboratuvarı gibi.
Yokuşlar Şehirde Değil, Bacaklarınızda Hissediliyor
San Francisco’nun klasik önerisi genelde şöyle başlar: “Yürüyerek gezilecek en güzel şehirlerden biri!”
Evet… Ama bir detayı atlamamak gerek: Bu şehir dümdüz değil!
Lombard Street, Nob Hill, Filbert Steps, Russian Hill gibi bölgelerde yürümek, kelimenin tam anlamıyla bir “kardiyo antrenmanı” gibi. Google Maps’te “5 dakika” yazan mesafe, aslında 5 dakikalık bir yokuş tırmanışı bazen. Bu nedenle topuklu ayakkabı ya da terlik, hızlıca pişmanlığa dönüşebilir. Spor ayakkabılar, yürüyüş ayakkabıları, bilek destekli rahat tabanlar şart.
San Francisco, bir şehirden çok daha fazlası. Havası serin, kalbi sıcak; insanı gerçek, hikâyesi çok katmanlı, kendisi ise yüce gönüllü, alicenap bir şehir. Buradan ayrıldığınızda zihninizde sadece manzaralar değil, sıcak duygular da kalıyor.
İnsanlar Pozitif, İletişim Saygılı
San Francisco’da ilk dikkatimizi çeken şeylerden biri, insanların birbirine karşı olan yapıcı ve saygılı tavrı oldu. Yardım istemeniz, bir şey sormanız ya da sadece selam vermeniz yeterli… Her durumda karşılaştığınız yanıt nazik ve pozitif oluyor. “How’s your day going?” gibi sıcak karşılamalar, bir isteyince en az iki üç adet gelen ikramlar marketten vapur iskelesine kadar her yerde karşınıza çıkabiliyor.
Küçük bir örnek: Tiburon’dan San Francisco’ya dönerken, ödemenin gemi içinde yapılacağı söylendi. Bizde Clipper Card* yoktu. Kredi kartı uzattık, olmadı. Clipper Card yüklemeye çalıştık, sistem izin vermedi. Nakit teklif ettik, yine olmadı. Ödemenin başında duran görevli, tüm iyi niyetli çabamızı görünce nazikçe gülümsedi ve “Buyurun, geçin” diyerek bizi gemiye aldı.
San Francisco’da bu tür pozitif yaklaşımlara defalarca şahit olduk. Otelde oğlumuzu indirimli kahvaltıdan yararlandıran yaklaşımlar, yine oğlumuza Hop On Hop Off’ta sadece 65 cent’e bir gün boyunca gezme hakkı tanıyan uygulamalar şehrin genelinde yaygınlaşmış durumda. Güler yüz, anlayış, cömertlik ve karşılıklı saygı burada günlük hayatın doğal bir parçası olmuş adeta.
Not: Bu arada Clipper Card San Francisco’nun İstanbul kartı. Clipper Card, İstanbulkart gibi tüm toplu taşıma araçlarında geçerli, ön ödemeli bir ulaşım kartı. Farklı olarak San Francisco’da bazı feribotlar ve trenler Clipper dışında banka kartı/kredi kartı kabul etmeyebiliyor. Bizim Tiburan’dan dönüş feribotumuzda olduğu gibi.
Zenginlik ile Yoksulluk Yan Yana
San Francisco, dünyanın en zengin bireylerinin yaşadığı şehirlerden biri. Silikon Vadisi’nin gölgesindeki bu metropol, teknoloji devleri, start-up milyonerleri ve yatırımcılarla dolu. Ancak aynı şehirde, sokakta yaşayan binlerce evsiz de var.
Tenderloin, Civic Center ve bazı SoMa bölgeleri, bu kontrastın en yoğun hissedildiği yerler. Bu durumu görmezden gelmeden, ama korkuya da kapılmadan keşfetmek gerekiyor şehri. Özellikle gece saatlerinde bu bölgelerden uzak durmak, gezgin için en sağlıklısı. Ama aynı zamanda bu çelişkinin, şehrin gerçekliğinin bir parçası olduğunu da unutmamak gerek.
Tıpkı altına hücum döneminde altın bulan bir avuç zenginin yanında pek çok fakirin doğması gibi, bu zengin ve varlıklı şehirde en zenginler ve en fakir evsizler yan yana kendi ayrı dünyalarında yaşıyorlar.
Gezimize başlamadan önce seyahatimizin lojistik detaylarını paylaşıyım.
San Francisco yolculuğumuz İstanbul’dan yaklaşık 13 saat süren direkt uçuşla başladı. Varış noktamız San Francisco Uluslararası Havalimanı (SFO) oldu. Havalimanından şehir merkezine ulaşmak için pratik ve konforlu bir yol arıyorduk. Toplu taşıma (BART) seçeneği mevcut olsa da, uzun uçuşun ardından bavullar ve yorgunluk sebebiyle tercihimizi Uber’den yana kullandık. Uber ile şehir merkezine ulaşım kişi ve bagaj durumuna göre ortalama 55–70 dolar arasında bir maliyetle gerçekleşiyor.
Konaklama için Union Square bölgesini tercih ettik. Bu seçimimiz tesadüf değildi; çünkü Union Square, hem ulaşım ağlarının kesişim noktasında hem de alışveriş, yeme-içme ve kültürel aktivitelerin merkezinde yer alıyor. Biz Marriott Hotel’i tercih ettik ve konumundan oldukça memnun kaldık.
Bu noktada ufak bir not: Seyahatimiz sırasında gerçekleşen büyük etkinlikler -29 Haziran Pride yürüyüşü, 4 Temmuz Bağımsızlık Günü- sebebiyle bu dönemde otel fiyatlarının normalden yüksek olduğunu fark ettik, seyahatinizi planlarken bunu dikkate almanızda fayda var.
Şimdi artık gezdiğimiz, gördüğümüz yerleri paylaşma zamanı…
Şehri İlk Gün Big Bus’la Keşfettik…
San Francisco’daki ilk günümüze, şehre tepeden bakarak, dinlenerek ama bir yandan da bolca bilgi edinerek başlamak istedik. Bunun için en pratik ve keyifli yollarından birini seçtik: Big Bus firmasının Hop-On Hop-Off turu.
Kişi başı(yetişkin) 60 dolarlık bir ücret karşılığında hem gündüz hem akşam rotasını içeren kombine bilet aldık. Bu sayede şehri iki farklı yüzüyle görme şansımız oldu. 15 yaşındaki oğlumuz ise ailenin üçüncü değerli üyesi statüsünde 65 cent vererek gezdi koca şehri. San Francisco’ya has güzel uygulama 🙂

Gündüz Rotası: Kırmızı Hat (Red Route)
Sabah saatlerinde Union Square’den başlayan turda, kulaklıklarımızı taktık ve üstü açık otobüsün rüzgar almayan alt katına yerleştik. Tüm anlatımları İngilizce olarak dinledik -aslında farklı dil seçenekleri de mevcut ama Türkçe henüz mevcut değil. Kullanılan İngilizce bu arada kolay anlaşılır düzeyde.
Tur San Francisco’nun tüm gezilesi yerlerini kapsıyor. Gündüz rotasının durakları sırasıyla: Chinatown, North Beach (Little Italy), Pier 39, Fisherman’s Wharf, Lombard Street (yakın durak), Palace of Fine Arts, Golden Gate Köprüsü, Golden Gate Park, Haight-Ashbury, City Hall ve tekrar Union Square…
Köprüden geçerken sis bulutlarının arasında kalmak başlı başına bir deneyimdi. Köprüyü geçtikten sonra bir fotoğraf molası verildi ama sisten fotoğraf çekmek ne mümkün 🙂

Akşam Rotası: Mavi Hat
Her ne kadar ismi “gece turu” olsa da yazın tur saatleri kış ile aynı tutulduğu için henüz hava kararmadan akşam vakti aynı firma sizi bu kez farklı bir rotada gezmeye çıkarıyor.
Akşam rotası Fisherman’s Wharf’tan başlıyor ve Civic Center, Embarcadero, Financial District, Bay Bridge, Treasure Island manzarası, Marina, Nob Hill ve Chinatown üzerinden ilerliyor. Otobüs bu kez sık durmuyor — yani bu bir “hop-on hop-off” değil, düz bir akşam turu. Bu tur boyunca duraklamadan şehri izlemek, özellikle ışıklı Skyline’ı görmek çok etkileyiciydi.
Üzerinize kalın bir şey almadan bu akşam turuna çıkmak ise kesinlikle yapmamanız gerekenler listesinde ilk sırada olabilir! Özellikle Treasure Island’da fotoğraf molasında bunun ne kadar büyük ihtiyaç olduğunu net bir şekilde anladık. 15 dakikalık fotoğraf molasından turdaki herkes 5 dakika sonra otobüse dönmüştü 🙂
Big Bus sayesinde San Francisco’yu hem genel hatlarıyla kavradık hem de hangi bölgelere tekrar dönmek isteyeceğimizi planlayabildik. Ayrıca ilk gün için yorucu bir uçak seyahatinin ardından yormayan, ama oldukça zengin içerikli bir başlangıç yapmış olduk.
Bu turu özellikle şehre ilk kez gelenler ve kısa sürede genel bir izlenim edinmek isteyenler için gönül rahatlığıyla tavsiye ederim. Ve unutmayın: kişi başı 60 dolar veriyorsunuz (yetişkin için) ama içinde iki farklı zaman diliminde, iki farklı ruh hâlinde bir San Francisco ve çocuğunuz için nerdeyse bedava bir bilet var!
Gelin şimdi gezimizde öne çıkan yerlere göz atalım.
Alcatraz: San Francisco Gezimizin Olmazsa Olmazı
Alcatraz adası ve adada yer alan hapishane, San Francisco’nun simgelerinden biri ve kanımca mutlakagörülmesi gereken yerlerin başında yer alıyor. Tabii turistlerin gözde mekanlarının başında yer aldığı için Alcatraz’ı görmek istiyorsanız, bu spontan bir karar ile olmamalı. Çünkü özellikle yaz aylarında adaya giden feribot için bilet bulmak neredeyse imkânsız. O yüzden ben, seyahatimizi kesinleştirir kesinleştirmez, doğrudan Alcatraz City Cruises sitesinden gündüz turumuzu satın aldım. Hareket noktası Pier 33. Adada yeme içme alanı yok. Yaklaşık iki üç saat geçireceğinizi ön görerek feribota binmeden Pier 33’teyken yanınıza birkaç atıştırmalık ve mutlaka su almanızda yarar var.
Pier 33’ten hareket eden feribot, yaklaşık 15 dakikalık bir yolculukla sizi adaya ulaştırıyor. Bu kısa sürede Golden Gate’in heybetiyle buluşuyor, şehrin silüetini arkada bırakıyoruz. Ada yaklaştıkça, zaman sanki 1930’lara doğru geri sarıyor.

Bu ada sadece bir zamanlar Amerika’nın en güvenli hapishanesine ev sahipliği yapmıyor; aynı zamanda tarih, insan psikolojisi, adalet kavramı ve umutla umutsuzluğun iç içe geçtiği hikâyeleriyle sizi derin bir yolculuğa çıkarıyor.
Feribottan indiğinizde gardiyan giysili bir arkadaş size adada yapmanız ve yapmamanız gerekenler hakkında bilgi veriyor. Buradan itibaren, eğer rehberli tura katılma kararı almadıysanız, kademeli olarak dikleşen bir yolda yukarı doğru yürüyerek hapishane binasına ulaşıyorsunuz. Kalp atışlarınız adım adım hızlanıyor. Hem yokuştan ama en çok da yukarıda, duvarların arkasında sizi bekleyen hikâyelerin varlığından.
Bu arada tırmanış sırasında adanın kalıcı misafirleri olan martılar ve bebekleri sizi karşılıyorlar. Burası günümüzde deniz kuşlarının koruma alanı olarak değerlendiriliyor, o yüzden martıların yumurtladığı ve bebeklerini büyüttükleri bölgelere giriş engeli konmuş.

Alcatraz deneyiminin en güçlü tarafı, hiç şüphesiz çok ustaca kurgulanmış ve sizi adım adım gezdiren sesli audio rehber. Kulaklıkları taktığınız andan itibaren bambaşka bir dünyaya geçiş yapıyorsunuz. Orada eski mahkumların ve gardiyanların ağzından anlatılan hikâyelerle, etkili canlandırmalarla geziyorsunuz hücre bloğunu. Al Capone’un hücresinden geçerken anlatılan hikaye tüylerinizi ürpertirken, Birdman Stroud’un yalnızlığı içinize işlerken ya da isyanların yankısı yemekhanede kulaklarınızı çınlatırken, tarihle ve somut gerçeklikle temas ettiğinizi iliklerinize kadar hissediyorsunuz.

Anlatılan çok hikâye var. Ama 1962’de Frank Morris ve Anglin kardeşlerin hapishaneden kaçışı, adanın en çok konuşulan hikâyesi. Hiç bulunamayan bedenleri, hiç kaçma imkanı olmayan bir adadan nasıl çıkıp sırra kadem bastıkları her yıl yeni teorilere, spekülasyonlara kapı aralıyor. Ve tabii ki Al Capone’un burada geçirdiği yıllar… Her taşın, her hücrenin altında ayrı bir öykü yatıyor. Askeri geçmişi de var adanın. Alcatraz Savaşı gerilimin zirve yaptığı anlardan biri.

Alcatraz’a gezi, bir geziden fazlası. İnsan doğasının sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini, sistemin ne kadar güvenli görünse de içten içe nasıl çürüyebileceğini, özgürlük kavramının bazen birkaç metrekarelik bir bahçeye bile nasıl sığdırılabileceğini anlatan bir ibret abidesi. San Francisco gezimizde birçok yer gördük ama Alcatraz, ruhumuza dokunan önemli bir durak oldu..
Pier 39 ve Fisherman’s Wharf: San Francisco’nun Renkli Sahil Bölgesi
Pier 39, San Francisco’nun en bilinen yerlerinden biri. Bu büyük iskele hem yerli halkın hem de turistlerin gün içinde vakit geçirmeyi en çok sevdiği yerlerin başında yer alıyor.

Adımınızı atar atmaz yaşattığı: keyifli bir panayır havası. Ahşap zeminli yürüyüş yolu boyunca hiç sıkılmadan, bir anda sizi saran bir canlılık hissiyle yürüyorsunuz. Sağlı sollu dükkânlar arasında ne ararsanız var: hediyelik eşyacılar, butikler, şekerleme dükkânları, oyuncakçılar, taze meyve tezgâhları. Tabii oturup iskelede keyif yapmak isteyenler için de kafeler, dondurmacılar ve denize bakan restoranlar mevcut. Buraya her gelişimde Alcatraz manzarasını karşıma alıp yemek yemeyi adet edindiğim yerlerden biri Bubba Gump Restoran. Deniz mahsullerini seviyorsanız mutlaka deneyin.
Pier 39’un tam ortasında, çocukların ilgisini çeken büyük ve rengârenk bir atlı karınca var. Üzeri işlemeli, klasik tarzdaki bu iki katlı oyuncak sadece çocukları değil, yetişkinleri de kendine çekiyor. Etrafında sürekli fotoğraf çeken insanlar var. Biz oradayken hemen önünde sahne kurmuş bir sihirbaz marifetlerini sergiliyor, çocuk, yetişkin demeden izleyen herkes bu keyifli gösterinin tadını çıkarıyorlardı.
Pier 39’un en dikkat çekici bölümü ise hiç tartışmasız deniz aslanlarının bulunduğu bölüm.
İskeleye yanaşmış yüzen platformlarda onlarca deniz aslanı bir arada mutlu mesut yaşıyor. Kimi uyuyor, kimi yüzüyor, kimi güneşleniyor, kimi diğerlerine sataşıyor ya da kur yapıyor. Her biri ayrı bir karakter. Burası özellikle çocukların ve fotoğraf meraklılarının favori noktası. Uzun süre bu eğlenceli görüntüleri izliyor, çıkardıkları ilginç sesleri dinliyorsunuz. Hiç sıkılmadan, çünkü her an farklı bir atraksiyon oluyor.

Pier 39 ayrıca Alcatraz Adası, Golden Gate Köprüsü ve Bay Bridge manzarası da sunan güzel bir seyir noktası. Ayrıca içerisinde bir de Akvaryum var: Aquarium of the Bay. Biz Los Angeles’daki Akvaryumu gezeceğimiz için buradakini ziyaret etmeyi tercih etmedik.

Genel olarak Pier 39, sadece alışveriş yapılan bir yer değil. Deniz kenarında yürümek, martı sesleri eşliğinde bir kahvesini içmek, denizine bakmak ve bu canlı atmosferinin tadını çıkarmak çok keyifli ve son derece yeterli.
Pier 39’dan çıkıp birkaç dakikalık yürüyüşle Fisherman’s Wharf bölgesine ulaşıyorsunuz. Aslında iki bölge neredeyse iç içe geçmiş durumda ama Wharf, biraz daha eski ve “yerel” bir havaya sahip.
Burası, adından da anlaşılacağı gibi, San Francisco’nun eski balıkçı limanı. Bugün hâlâ bazı tekneler balıkçılık yapılıyor ama asıl hayat sokakta. Sahil boyunca uzanan yürüyüş yolunda deniz ürünleri satan büfeler, taze yengeç haşlayan standlar, turistik mağazalar ve klasik Amerikan atıştırmalıkları sunan yerler art arda sıralanıyor.
Fisherman’s Wharf, günün herhangi bir saatinde uğrayabileceğiniz bir yer. Sabahın erken saatlerinde daha sakin, öğleden sonraları daha hareketli, akşam saatlerinde ise ortama müzik ve biraz daha kalabalık ekleniyor.
Gelin bir sonraki durağımıza geçelim. Yine sahil bölgesinden devam edelim.
Ghirardelli Square: Tatlı Bir Kaçamak

San Francisco’nun ikonik duraklarından biri olan Ghirardelli Square, eski bir çikolata fabrikasından dönüştürülmüş, tatlı mı tatlı bir meydan. Fisherman’s Wharf’a yürüme mesafesindeki bu alanda, körfez manzarasına karşı dizilmiş butikler ve kafeler keyifli bir ortam sunuyor.
Meydanın kalbinde yer alan Ghirardelli Chocolate & Ice Cream Shop, meşhur dondurmasıyla tam bir cazibe merkezi. Burada gerçekten enfes dondurmaları tatma fırsatı bulduk. Tadı öylesine aklımıza takıldı ki, bir haftalık seyahatimizde ikinci kez gitmeden duramadık.
Eğer yolunuz buraya düşerse, dondurmasını mutlaka deneyin. Uzun kuyrukta beklerken, bol seçenekli menüsünü inceleme ve sıra size gelene kadar birbirinden güzel seçenekler arasından hangisini deneyeceğinize karar verme imkânınız oluyor. O yüzden inanılmaz ama kuyrukta beklemeyi tercih edeceğiniz nadir yerlerden biri 🙂
Sahil bölgesinden bir sonraki durağımıza devam edelim.
Ferry Building Marketplace: Körfezin Kıyısında Bir Tat
Ferry Building Marketplace, 1898’den bu yana şehre hayat veren yapılardan biri. Tarihi bir terminal binası. Daha önceki ziyaretlerimde görmediğim bu yapı; eskiden bir ulaşım merkeziyken, bugün yerel üreticilerin, küçük dükkanların ve gurme durakların bir araya geldiği hareketli bir pazar yerine dönüşmüş. Ferry Building, şehrin hem geçmişine hem bugününe açılan sade ve dingin bir penceresi gibi.

İçeride girer girmez envaye çeşit koku burnunuza doluyor. Kahve dükkânlarından ekmek fırınlarına, taze ürünlerden peynir tezgâhlarına kadar pek çok seçenek var. Bu cazip kokular arasından geçerken iştahınız kabarıyor gözünüz gönlünüz açılıyor. Biz Alcatraz gezimiz sebebiyle yemek molamızı burada veremedik ama gezmesi, havasını soluması bile keyifli geldi.

Ancak San Francisco’da 2-3 günlük kısa bir ziyaret proğramınız var ise burayı gönül rahatlığı ile es geçebilirsiniz. Burada geçireceğiniz zamanı feribotla yarım saatte ulaşılabilen iki güzel sahil kasabasını keşif için değerlendirebilirsiniz.
Gelin günü birlik ziyaret ettiğimiz bu iki güzel sahil kasabası gezimizin detaylarına bakalım.
Sis Şehrinin Karşı Kıyısı: Sausalito ve Tiburon’da Bir Gün
San Francisco’yu keşfederken Golden Gate’in karşı kıyısında yer alan, huzurun ve zarafetin buluştuğu iki sahil kasabasını da mutlaka rotanıza eklemelisiniz: Sausalito ve Tiburon. Şehirden yalnızca bir feribot mesafesinde ama bambaşka bir atmosfere sahip bu iki kıyı kasabası, bizde çok özel izler bıraktı.
Sausalito: Sessiz, Şık ve Keyifli
San Francisco’dan Sausalito’ya ulaşmak feribotla oldukça kolay ve keyifli. Pier 41’den kalkan feribotla yaklaşık 30 dakikalık bir deniz yolculuğu sonrası bu güzel sahil kasabasına varıyorsunuz. Seyir sırasında Golden Gate Köprüsü’nü, Alcatraz Adası’nı ve şehrin siluetini bir başka açıdan izleme imkânı buluyorsunuz.

Feribotu tercih etmezseniz, arabanızla Golden Gate Köprüsü üzerinden kara yoluyla da gitmek mümkün. Ama tabii püfür püfür esen rüzgâr eşliğinde feribot yolculuğunun keyfi bir başka.
Feribottan indiğinizde sizi sakin, düzenli ve şık bir sahil kasabası karşılıyor. Kıyı boyunca sıralanmış butikler, küçük hediyelik eşya dükkânları ve davetkâr kafeler arasında geziniyorsunuz. Biz de burada kısa bir alışveriş molası verdik, birkaç küçük parça aldık, ardından denize karşı kahvemizi içtik.

Buraya kadar gelmişken, Sausalito’nun meşhur houseboat (tekne ev) bölgesini de görmek istedik tabii. Haritadan baktık, “şurası ne kadar uzak olabilir ki?” dedik, yürümeye başladık. Yürüdük… biraz daha yürüdük… hâlâ yürüyoruz. Yolun yarısında birbirimize baktık ve itiraf ettik: “Bitmeyecek bu!” Sonunda olan oldu: bir Uber çağırıp kalan yolu onunla gittik.
Birbirinden farklı tarzlarda, rengarenk inşa edilmiş houseboat’ların özel mülk bölümünde yer almayan halka açık kısmını gezebildik. Zamanında burada ailesi ile yaşamış bir Uber şoföründen bu evlerde yaşamanın ne kadar keyifli olduğunu daha sonra öğrendik. Dalgaların eşliğinde sonsuz huzur duygusu. Tabii karaya ayak basınca sürekli bir sallanma hissi de olmazsa olmazı 🙂

Tiburon: Sakin ve Dingin
Sausalito’dan sonra Uber’le yaklaşık 20 dakika mesafedeki Tiburon’a geldik. Burası benim için San Francisco çevresinin genel favorisi. Daha önce de gelmiş ve bayılmıştım; bu sefer de hislerim değişmedi. Hatta daha da pekişti diyebilirim. Tiburon benim gözümde “az konuşan ama çok şey anlatan” bir yer.
Burası San Francisco’nun karşı kıyısında, küçük ama karakteri büyük bir kasaba. Sakin, zarif, dingin. İnsan burada sadece manzaranın tadını çıkarmak, sokaklarında sessizce dolaşmak ve zamanı unutarak bir kafede oturmak istiyor. Gözünüze çarpan hiçbir şey yüksek sesle bağırmıyor, her detayda bir özen ve sadelik hissediliyor.

Tiburon, adını İspanyolca “köpek balığı” kelimesinden almış (kulağa korkutucu geliyor belki ama burası tam tersi bir huzur yuvası). Eskiden bir balıkçı köyüyken bugün yüksek gelir grubunun yaşadığı, teknoloji ve finans dünyasından isimlerin yazlık veya kalıcı ev edindiği bir bölge haline gelmiş. Şehirden uzakta ama şehirden kopmadan yaşamak isteyenlerin başlıca tercihi. Tabii şehirden günübirlik kaçışlar için de ideal bir rota.

Burada büyük alışveriş merkezleri ya da zincir restoranlar yok. Onun yerine küçük ama kaliteli seçenekler var. Sam’s Anchor Cafe gibi denize sıfır oturabileceğiniz yerlerde, manzaraya karşı yemeğinizi yerken zaman akmayı bırakıyor adeta. Biz de bu sefer tam bunu yaptık. Denize nazır hamburgerimizi yerken “iyi ki yine buradayız” dedim.
Deniz kenarlarında gezdikten sonra, şimdi gelin biraz da şehrin içlerine doğru hareket edelim. İlk olarak, bizim otelimizin de yer aldığı Union Square’den bahsedelim.
San Francisco’nun Kalbi: Union Square
Şehrin merkezinde yer alan bu meydan; ulaşımın, alışverişin, yeme içmenin ve kültürün kesişim noktası. San Francisco’daki konaklamamız boyunca Union Square adeta üssümüz oldu. Otelimizi bu bölgeden seçtik, Big Bus turuna buradan bindik, Macy’s’in en üst katındaki Cheesecake Factory’nin terasından meydanı buradan izledik, meydandaki banklarda oturup gelen geçeni buradan seyrettik, zaman zaman da çevredeki mağazalarında vakit geçirdik. Apple Store’dan Levi’s’a, Saks Fifth Avenue’den küçük butiklere kadar her ihtiyaca hitap eden mağazalarını ısınmak istedikçe girip girip keşfettik 🙂

Union Square sadece bugünkü enerjisiyle değil, tarihsel kökeniyle de dikkat çekici. 1850’lerde şehir planlamacısı Jasper O’Farrell tarafından halka açık bir alan olarak tasarlanmış ve adını Amerikan İç Savaşı sırasında burada düzenlenen birlik yanlısı mitinglerden almış. Zaman içinde etrafı lüks oteller, sanat galerileri, alışveriş caddeleri ve kafe-restoranlarla çevrilerek San Francisco’nun kültür ve ticaretinin kalbinin attığı bugünkü haline dönüşmüş.
Bugün hem alışveriş yapmak isteyenlerin hem şehir atmosferini hissetmek isteyenlerin ana duraklarından biri olan Union Square bizim için, her sabah başlayan ve her akşam sonlanan San Francisco hikâyemizin ana merkezi oldu.
Union Square’in ardından bölgeye yürüme mesafesindeki Çin mahallesine doğru yola çıkıyoruz. San Francisco nüfusunun üçte biri Asyalılardan oluşuyor. O nedenle bu bölge oldukça özel. San Francisco’ya gelip de Çin mahallesine gitmeden olmazdı, biz de gittik ve gittiğimize de değdi.
Şehir İçinde Şehir: San Francisco’nun Çin Mahallesi
Union Square’den kuzeye doğru yürümeye başladığınızda şehir adım adım değişmeye başlıyor. Birkaç blok sonra kırmızı fenerler beliriyor, tabelalar Çince karakterlere dönüyor, vitrinlerde porselen figürler, ejderhalı ipek kumaşlar ve tütsü kokuları sizi kuşatıyor… İşte San Francisco’nun meşhur Chinatown’ına hoş geldiniz.

Sadece sokaklarında yürümemize rağmen, hemen hissettik ki mahalle kendi başına bir dünya. Grant Avenue’daki Dragon Gate’ten geçtikten sonra, gözümüze ilk çarpan, geleneksel Çin mimarisini yansıtan renkli evler oldu. Çatılardaki kıvrımlı uçlar, yeşil-kırmızı boyalı ahşap süslemeler, balkonlarda asılı kırmızı fenerler… Evlerin bazıları oldukça sade iken, bazıları oldukça gösterişliydi ama hepsi bir arada o sokağa bambaşka bir ruh katıyordu.

Ara sokaklarına daldıkça bu küçük dünya genişledi. Küçük tapınaklar, Çin eczaneleri, kurutulmuş otlar satan dükkanlar ve sokak köşelerinde sohbet eden yaşlılar arasında dakikalarca yürüdük. Mahallenin mistik havası, otantik kokuları ve çarpıcı renkleri bizi birkaç dakikalığına da olsa Uzak Doğu’ya ışınladı. Kendimize anı olarak bir chopstick alarak sevgiyle vedalaştık. Bu sokakları biraz olsa da yaşamak kendi başına çok özel bir deneyimdi.
Çin mahallesinden sonra şimdi sizi yine çok keyif aldığımız başka bir yere götüreceğim.
Doğanın Kalbinde: Golden Gate Park, Japanese Tea Garden ve Botanik Bahçe
San Francisco’nun koşuşturmacasından biraz uzaklaşmak, nefes almak ve doğayla baş başa kalmak isterseniz rotanızı mutlaka Golden Gate Park’a çevirin. Burası New York’taki Central Park’tan bile büyük; içinde müzelerden göletlere, yürüyüş yollarından kültürel bahçelere kadar onlarca farklı alan barındırıyor.

Biz bu dev parkta özellikle iki durağa odaklandık: Japanese Tea Garden ve San Francisco Botanik Bahçesi. Her ikisi de giriş ücretli ama sundukları deneyim kesinlikle buna değiyor.
Özellikle Japanese Tea Garden, günümüzün en huzurlu saatlerini geçirdiğimiz yer oldu. Buraya adımımızı atar atmaz bizi Japon estetiğinin zarafeti karşıladı: kıvrımlı taş yollar, minik köprüler, sessizce akan dereler, zen bahçeleri ve çay seremonisi yapılma amaçlı inşa edilmiş minyatür çay evi… Burası sadece güzel değil, aynı zamanda sakinleştirici. Hangi açıdan baksanız bir kartpostal karesi.

Ziyaretin sonunda, minik çay evinde oturduk ve geleneksel yeşil çay eşliğinde menüdeki Japon dondurmasını denedik. Hafif, ferah ve tam anlamıyla “buraya özgü” bir lezzet tatmış olduk. Sessizlik, doğa ve tatlı bir dokunuş, hepsi bir arada. Gönlümüzü Japanese Tea Garden’da bırakıp Botanik Bahçesi’ne geçtik.

San Francisco Botanik Bahçesi ise dünyanın dört bir yanından getirilmiş 8.000’den fazla bitki türünü barındırıyor. Geniş alana yayıldığı için gezmesi biraz uzun sürüyor ama meraklısı iseniz gezmesi uzun olduğu kadar keyifli ve bol keşifli. Tropikal seralardan kokulu lavanta alanlarına kadar pek çok tematik bölüm mevcut. Her mevsim farklı bölümler aktif oluyor. Bitkinin sevdiği ve açtığı iklime göre.

Doğayla iç içe başlayan günümüze çiçek çocukların yaşadığı bölgeyi ziyaret ederek devam ettik.
Hippi Ruhunun İzinde: Haight-Ashbury
Golden Gate Park’tan çıktıktan sonra yorgunluğun da etkisiyle bir sonraki rotamız Haight-Ashbury çok yakın olsa da yine de Uber’e bindik ve birkaç dakikalık kısa bir yolculukla bölgeye ulaştık. San Francisco’nun özellikle 1960’larının hippi kültürüyle özdeşleşmiş bu semti, bugün hâlâ o dönemin izlerini taşıyor.

Biz bu caddede yalnızca yürüdük. Öyle özel bir rota çizmeden, sadece sokakların havasını soluyarak ilerledik. Renkli Viktoryen evler, vintage mağaza vitrinleri, grafitiler ve sokak sanatçıları bölgeye görsel bir hareketlilik katıyor.
Eğer vaktiniz varsa ve bu kültüre ilginiz varsa, Haight-Ashbury görülmeye değer. Kısa bir yürüyüşle bile bölgenin karakterini hissetmek mümkün. Belki bir şey satın almazsınız, belki sadece yürür geçersiniz ama buraya uğramış olmak bile San Francisco’nun farklı bir yüzünü daha tanımak adına değerli.
Kartpostallık Bir Mola: Painted Ladies
Haight-Ashbury’den ayrıldıktan sonra rotamızı San Francisco’nun simgelerinden biri olan Painted Ladies’e çevirdik. Alamo Square Park’ın karşısına dizilmiş bu renkli Viktoryen evler, şehrin en çok fotoğraflanan manzaralarından birini oluşturuyor. Biz de herkes gibi parkın karşısına oturup bu güzel görüntüyü izledik, fotoğraflarını çektik, içinde yaşanan hayatları hayal ettik.

Evlerin dışı zaten oldukça etkileyici ama sonradan öğrendik ki içlerinden biri—712 numaralı ev—ücretli turlarla gezilebiliyormuş. Ama ev önündeki ilanda yazdığına göre Mayıs, Haziran ve Eylül aylarında tur yapılmıyormuş, biz o yüzden deneyimleyemedik. Eğer siz bu ayların haricinde giderseniz gezmeyi düşünebilirsiniz. Rehberli yapılan bu ev içi turlar, mimariye ve tarihe meraklı olanlar için deneyimi derinleştiren bir fırsat olabilir.
Bimbo’s 365 Club’da Tropikal Bir Gece: Buscabulla ile Ritme Kapıldık
San Francisco’da 6 gece kalınca, tabii gece hayatını da deneyimlemek istedik. Tercihen turistik olmayan ve şehirle bütünleşmiş bir mekân seçtik: Bimbo’s 365 Club.
North Beach’in kalbinde, dışarıdan bakınca fazla gösterişli olmayan ama içine girince sizi 1920’lerden kalma bir filmin kalbine çeken bu kulüp, o gece Buscabulla’yı ağırlıyordu.

Açıkçası biletimizi önceden almıştık ama hangi grup çıkacak, nasıl tür müzik olacak, tam olarak neyle karşılaşacağız pek bilmeden gittik mekana. Meğer sahneye çıkanlar Porto Riko asıllı Latin elektronik-pop ikilisi Buscabulla imiş. Son derece neşeli, sahne hakimiyeti iyi, keyifli müzik yapan bir grup çıktı karşımıza. İyi ki gitmişiz.
Bu arada biraz mekânı da anlatmak gerekirse. İçerisi baştan sona kırmızı kadife koltuklar, eski tip spot ışıklar ile çevrili. Ama sahne başladığı anda tüm o retro ambiyans, tropikal ritimlere ve modern tarza teslim oluyor.
Gelenlerin çoğu yerel, çoğu müdavim. Turist az. Bimbo’s 365 Club’da güzel bir konser yakalarsanız deneyimlemenizi öneririm. Latin danslarına eşlik etmek için ideal bir yer.
San Francisco’daki bu eğlenceli gecemizin ardından ertesi gün oğlumuzun basketbol kampının yer aldığı Palo Alto’daki Menlo College’a gittik. Ve gitmişken San Francisco’nun güneyinde yer alan bu bölgeyi de keşfettik. Gelin biraz da Palo Alto’da gezinelim.
Teknolojinin Kalbinin Attığı Yer: Silikon Vadisi
Palo Alto, Silikon Vadisi’nin kalbinde yer alıyor. Apple, Google, Facebook gibi devlerin doğup büyüdüğü yer olmasıyla tanınsa da, sadece teknolojiyle değil; yeşil dokusu, zarif mimarisi, sanat galerileri ve sakin yaşam ritmiyle de büyülüyor insanı. Biz bu bölgede uzun süre vakit geçiremedik ama teknolojiye meraklı olanlar için Palo Alto’nun atmosferi kesinlikle ilham verici. San Francisco’dan buraya Caltrain ile yaklaşık bir saatte ulaşmak mümkün.
“Silikon Vadisi” ismi nereden geliyor derseniz, vadideki şirketlerin büyük bir kısmı, yarı iletkenlerin temel maddesi olan silikonu kullanarak mikroçipler, transistörler ve diğer elektronik bileşenleri üretiği için bu bölgenin adı zamanla “Silikon Vadisi” olarak yerleşmiş ve dünya genelinde teknoloji ve inovasyonla ilişkilendirilen bir yer haline gelmiş.
Bu bölge Silikon Vadisi’ne ev sahipliği yaparken aynı zamanda, dünyanın en prestijli üniversitelerinden biri olan Stanford Üniversitesi de burada yer alıyor.
Kampın sonunda oğlumuzla birlikte, fırsat bu fırsat deyip Stanford Üniversitesi kampüsünü de ziyaretimize ekledik. Şimdi, bu etkileyici kampüs deneyimini sizlerle paylaşmak isterim.
Stanford Üniversitesi’nde Bilgeliğin ve Estetiğin İzinde
Kampüsün girişinde sizi Auguste Rodin’in “The Burghers of Calais” adlı dramatik heykel grubu karşılıyor. Hemen ardındaki Rodin Sculpture Garden, açık havada sanatla baş başa kalmak isteyenler için oldukça ideal.

Stanford’un mimarisi beni şaşırttı; kum rengi taş yapılar, kemerli geçitler ve kırmızı kiremitli çatılar bana Endülüs mimarisini hatırlattı. Burada yürürken sadece bilgi değil, estetik ve dinginlik de içinize işliyor. Tek sorun, koca kampüste açık bir tuvalet bulamamaktı ama bu da deneyimin küçük bir notu olarak hafızama kazındı.

1885 yılında Leland ve Jane Stanford tarafından, tifodan hayatını kaybeden oğulları anısına kurulan bu üniversite, bugün dünyanın en saygın eğitim kurumlarından biri olmuş. Global sıralamada ilk beşte yer alan bir üniversite.
Kuruluş tüzüğünde yer alan ifadeyle, amacı “insanlık ve uygarlık adına etkide bulunarak kamu yararını teşvik etmek.” Gerçekten de Stanford, yalnızca akademik başarı değil, topluma katkı vizyonuyla da öne çıkıyor. Google’ın kurucuları Larry Page ve Sergey Brin, Netflix’in kurucusu Reed Hastings, uzaya çıkan ilk Amerikalı kadın Sally Ride ve golf efsanesi Tiger Woods gibi pek çok önemli isim burada yetişmiş. Elon Musk da burada kısa süreli bir doktora programına başlamış ancak daha sonra girişimcilik yolunu seçerek iki gün kaldıktan sonra ayrılmış. Stanford, düşünceyle eylemi buluşturan, ilham veren bir yer.
San Francisco’da Yemek Sadece Yemek Değil
Bu şehirde her sokakta bir kültür, her çatının altında bir mutfak var. Çin, Japon, İtalyan, Yunan, klasik Amerikan, Meksika, Hint… Kısaca San Francisco çok kültürlülüğünün avantajı ile zengin bir mutfağa sahip. Bu ziyaretimde deneyimlediğim ve keyif aldığım birkaç yeme-içme yerini burada paylaşayım.
İyi bir dondurma için: Ghirardelli Chocolate & Ice Cream Shop
Salaş ama lezetli bir kahvaltı için: Eight Am
Alcatraz’a karşı deniz ürünleri yemek için : Bubba Gump Shrimp Co
Tiburon’a gidersen Sam’ın Burger’ini mutlaka deneyin : Sam’s Anchor Cafe
İtalyan lezzetleri sevenler için: Del Popolo
Geldik gezimizin sonuna…
San Francisco gezimiz, benim için geçmişle bugünün buluştuğu, unutulmaz bir yolculuk oldu. Bir zamanlar yalnızca ekrandan izlediğim o meşhur sokaklarda bu kez ailemle birlikte gezinmek hem içimdeki çocuğu yeniden uyandırdı hem de sevdiklerimle yaşanan anların değerini bir kez daha hatırlamamı sağladı.
San Francisco, sadece mekanları ve teknolojisiyle değil; insanlarıyla, hikâyeleriyle ve benzersiz ruhuyla da büyüleyici bir şehir. Sislerin arasından sızan o altın ışık, tam da bu eşsiz ruhun bir dışavurumu.
Bu şehir, her misafirinde unutulmaz bir iz bırakmayı başarıyor. Bizde de bırakmış olduğu gibi.
Eğer San Francisco ve Amerika’daki bu 17 günlük rotamızın detaylarını, planlama tüyolarımı ya da önerilerimi merak ediyorsanız, bana yazmanız yeterli!
Amerika’daki ilk 7 günümüzün ardından şimdi sırada Los Angeles var – yeni hikâyelere hazır olun!
Bir yorum bırakın