Endülüs: Hoşgörü, Bilim ve Sanatın Işıltılı Kucaklaşması

Endülüs topraklarına daha önce iki kez kısa ziyaretlerle adım atmış olmama rağmen, bu büyülü coğrafyanın derin tarihini ve zengin kültürünü sindirerek keşfetme arzusu içimde her zaman canlı kalmıştı. 

Sevgili arkadaşım Yavuz’la bu yılın başlarında bu keşif seyahatini nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşündük. Uzun bir planlama ve görüş alışverişi sürecinden sonra 07- 13 Eylül 2023 tarihleri arasında Endülüs gezimizi gerçekleştirdik. Bu yazımda bu 6 günlük gezimizin ayrıntılarını paylaşacağım. 

Benim gezi yazılarım genellikle gezilerden çıkardığım derslere ve yaşadığım deneyimlere vurgu yapar. O yüzden bu yazıma da Endülüs’e dair elde ettiğim iki önemli dersle başlamak istiyorum. 

Bu iki ders, Endülüs’ün ziyaret edilmesinin ötesinde, benim açımdan bu toprakları anlamanın neden önemli olduğunu vurguluyor.

Birinci ders: Kültürel Çeşitlilik ve Hoşgörü

Endülüs’ün tarihinden çıkarabileceğimiz en önemli ders, farklı kültürleri ve inançları kabul etme becerisidir.

Endülüs’ün Emevi dönemi (756-1031), tarihin en parlak dönemlerinden biri olarak kabul edilir. Cordoba şehri, dünyanın üçüncü önemli bilim merkezi haline gelmiştir. Endülüs’te, okuma yazma oranlarının yüksek olması, düşünce yapısının yalnızca dine veya millete değil, aynı zamanda sanata ve bilime odaklanmasını sağlamıştır.

Endülüs, Emeviler döneminde farklı kültürlerin bir arada uyum içinde yaşadığı bir bölge olmuştur. Mesela, Müslüman hakimiyeti altında yapılan pek çok eser, o dönemde İstanbul’dan bile malzeme ve ustalar getirilerek inşa edilmiştir ki, bu oldukça dikkat çekicidir, çünkü o dönemde İstanbul Hıristiyan yönetimi altındadır. Bu yaklaşım, o dönemin zengin hoşgörü atmosferini yansıtır. 

Hoşgörüye bir somut örnek verelim. Endülüs’ün hüküm sürdüğü topraklarda, Sefarad Yahudileri, İspanya’da Yahudi kültürünün altın çağı olarak bilinen bir dönemi yaşamışlardır. Daha sonra, bu altın çağın sona ermesiyle birlikte Emeviler güç kaybetmiş, Araplar arasındaki çatışmalar ve Hristiyan saldırıları nedeniyle bölünüp, bir süre bu coğrafyadan tamamen ayrılmışlardır.

Bugün, dinlerin doğduğu Ortadoğu coğrafyasında yaşanan insanlık suçlarına baktığımızda, hoşgörüsüzlüğün doruk noktalarına ulaşmış olduğunu görüyoruz. Binlerce masum çocuğun hayatını kaybettiği bu bölgede, bundan yıllar önce İslamiyet altında yönetilen Endülüs’ün altın çağındaki hoşgörü anlayışına büyük bir saygı duymamak mümkün değil. Keşke bugünkü liderlere, Endülüs’ün bu kesitini bir ders olarak anlatmak mümkün olsa :=(

İkinci dersimiz ise: Sanat, Bilim ve Kültürel İlerlemeyi Teşvik Etmenin Önemi

Endülüs, tarih boyunca sanat, bilim ve kültürel ilerlemeyi teşvik eden bir merkez olmuş. Bu bölgeden alınacak en önemli derslerden biri, sanat, bilim ve kültürel gelişmelerin toplumları nasıl daha ileriye taşıyabileceğine tanıklık etmenizdir. 

İslam mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan El Hamra Sarayı (Alhambra Palace), 13. yüzyılda inşa edilmiş. 786-1146 yılları arasında inşa edilen Kurtuba Camii (Mezquita) yine İslam mimarisinin muhteşem örneklerinden biri olmuş. Bunun gibi birçok önemli eseri bu bölgede görmeniz mümkün. 

Yüzyıllar önce inşa edilen bu muhteşem eserlere baktığımda, İslam dünyasının o günlerden bugünlere kadar nasıl olup da bu beceri, yetkinlik ve bakış açısını yitirdiğini anlamakta zorlandım. Sonra üzerinde biraz düşününce şöyle bir çıkarımım oldu. Bir toplum veya bir inanç grubu, sanattan ve bilimden ne kadar uzaklaşırsa, onların iç dünyası ve ürettikleri eserler de ne yazık ki estetikten o kadar uzaklaşıyor. Kaybedilen, unutulan, ihmal edilen değerler ve kültürler sonucunda her açıdan çirkinlikler artmaya devam ediyor. Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken bilim, eğitim ve sanatı neden bu kadar önemsediğini de bu açıdan düşünmek gerek.

Bu iki ders ile başlamak istedim gezi notlarıma. Hz. Mevlâna’nın şu sözü ile bu konuya ara verip, Endülüs gezisinin hazırlık kısmına devam edelim. Kendisi demiş ki: “Asla geçmişte yaşama, ama her zaman geçmişten ders al.”

Gezimizi Planlıyoruz: Ön Hazırlık

Yavuz ile Endülüs’e gitme kararı aldıktan sonra seyahatin planlamasına başladık. Tur mu seçmeliydik, yoksa kendi rotamızı mı oluşturmalıydık? Öncelikle belirtmeliyim ki Endülüs’ün önemli şehirlerini ziyaret etmek için en az 5-6 gün gerekmekte. Ayrıca bu şehirler arasındaki yaklaşık 2.000 kilometrelik yolculuğu da göze almanız gerekecektir. 

Paket turla gitme seçeneği ile kendi rotamızı planlama arasında, ekstraları da dikkate aldığınızda maliyet açısından büyük bir fark olmadığını söyleyebilirim. Ancak plan yapma işleminin ekstra bir zaman gerektirdiğini unutmamak gerek. Ancak bu hazırlık işlemi, gezdiğiniz yerleri daha iyi anlamanıza ve daha fazla keyif almanıza katkı sağlayacaktır. 

Yabancı dil konusunda sorun yaşayabileceğini düşünenler ya da “ben bu kadar araç süremem” diyenler turu tercih edebilirler. Ama yine de gitmeden bu yazıyı okusunlar :=)

İlk adım olarak uçak biletleri ile başladık. İstanbul Havalimanı’ndan Malaga’ya her gün uçuşlar mevcut. Biletlerimizi 7 Eylül sabah 07:35 kalkış, 13 Eylül 17:45 dönüş olarak satın aldık. Gidiş geliş belli olduktan sonra, gezilecek yerlerin ön tespiti ve buna göre rota, otel, rehber, araç ve yeme içme yerlerinin planlamasını yapmak gibi küçük bir ayrıntı kaldı :=) Bu süreçte ara ara acaba paket turla mı gitseydik dediğim zamanlar olduysa da bu planı sabırla ve zevkle hazırladım.

6 günlük gezimizin rotasını şu şekilde belirledik.

  1. İstanbul’dan Malaga’ya uçuş.
  2. Malaga’dan direkt kiralık araçla Granada. (İki gece)
  3. Granada’dan sabah Cordoba’ya hareket, gece konaklamadan Seville’ya hareket.
  4. İki gece Seville’da konaklama, sabah saatlerinde Cadiz’e hareket. İki gece Cadiz’de konaklama. Cadiz’den günü birliğine Ronda’ya ziyareti (Ronda’yı ziyaret sırasında ekledik).
  5. Son gün Cadiz’den Akdeniz kıyı şeridine paralel Malaga’ya dönüş ve İstanbul’a hareket.

Bu turu araçla gerçekleştireceğimiz için www.yolcu360.com vasıtasıyla otomatik vites bir araç kiraladık. Bu arada aracımız gayet iyi bir araçtı, işimizi fazlasıyla gördü. Bu arada sınırsız kilometre seçeneğini almayı unutmayın, çünkü biz bu rota ile 2.000 km civarında bir yol kat ettik. 

Araç işimizi hallettikten sonra üç konaklama mekanını (ikişer gece) www.booking.com dan ayarladık. Bu arada aklınızda olsun booking fiyatları mobilde (cep telefonu) daha uygun. 

Kaldığımız oteller ve daire hem merkezi hem de gayet beklentileri karşılar nitelikteydi.

Granada: Hotel Abades Recogidas

Seville: Hotel Giralda Center

Cadiz: innCádizPalacio Conde Casa-Brunet

Son olarak, gittiğimiz yerlerin önemli yerlerini gezip, anlamak için www.getyourguide.com dan rehberlik hizmetlerini ayarladık. Bunun da tatmin edici bir hizmet olduğunu söylemeliyim. 

Getyourguide aracılığı ile gezdiğimiz yerler:

Garana: Alhambra, Nasrid Palaces, Generalife 

Cordoba: Cordoba Mosque/Cathedral

Seville: Cathedral, Giralda, Royal Alcazar

Artık Hazırız, Yola Çıkıyoruz...

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra artık Endülüs’e doğru yola çıkma vakti gelmişti.

1.Gün

Sabah 07:35 uçağı ile Malaga’ya hareket ettik. Yaklaşık 3 saat 45 dakika süren bir uçuş sonrasında Malaga’ya vardık. Malaga havaalanına indikten sonra hızlıca, havaalanının biraz dışındaki kiralık aracımızı alıp, Granada’ya doğru yola çıktık. 

Malaga’nın doğu sahilinden Granada’ya doğru giderken, karnımız guruldayınca bir Akdeniz sahil kasabası olan Nerja’da  yemek molası verdik. Tipik bir sahil kasabası olan Nerja’da devasa bir deniz mahsullü paella’yı yeme durumunda kalınca, akşam nerede yemek yeriz acaba sorusunu devre dışı bırakmış olduk :=) Kısa bir gezinti yaptıktan sonra tekrar Granada’ya doğru yola koyulduk. Nerja şirin bir sahil kasabası ama yalnızca bir yemek veya kahve içilip, deniz kokusu alındıktan sonra fazla vakit kaybedilmeyecek bir mekân.

Sahilden iç tarafa doğru, bizim memleketin doğasına benzer bir manzara ile yaklaşık bir saat sonra Granada’ya vardık. Otelimizi bulup, aracımızı otelin önerdiği otoparka koyduktan sonra biraz dinlenme zamanımız oldu. Bu arada bir not düşeyim; kiralık aracı, gittiğimiz hiçbir şehir içinde kullanmadık. Bunun iki nedeni var; ilki çoğu gezilecek yer araç trafiğine kapalı, diğeri de otopark bulmak büyük dert. O nedenle şehir içinde gezerken genelde yürümeyi tercih ettik ve günde yirmi-yirmi beş bin adımları gördük. Bizim gibi genç delikanlıları bu durum etkilemedi desem biraz yalan olur :=) Bu arada günlük otopark ücretleri de 8-10 Euro civarında.

Granada

Granada’da geçirdiğimiz yaklaşık bir buçuk günlük gezimizin detaylarına girmeden önce Granada ile ilgili öğrendiğim birkaç bilgiyi fırsat bu fırsat paylaşmak isterim.

  1. Granada, İspanyolca’da ‘nar’ demekmiş. Bu arada Eylül’de gitmemize rağmen hiç nar görmedim:=)
  2. Diğer bir adı da “Gırnata”.
  3. Granada, ismini Fenikeler zamanında buraya yerleşen Yahudilerden almış. Yani buranın en eski yerlileri Yahudiler. 
  4. Diğer bir yerli halk da Sakremento tepesinde yaşayan çingeneler. Buranın da Flamenko dansı meşhurmuş.
  5. Granada, Barselona’dan sonra İspanya’nın en göz alıcı ikinci şehri olarak kabul edilmekteymiş ki bence de öyle. 
  6. Nüfusu yaklaşık olarak 250 bin kişi.
  7. En önemlisi, insanlığın büyük kültürel miraslarından biri olan El Hamra Sarayı gibi önemli eserlere ev sahipliği yapıyor.

Akşam saatlerinde, henüz öğlen yediğimiz paellayı sindirmekle meşgul olduğumuz için yalnızca bir şeyler içip, biraz şehri tanımak üzere yola çıktık.

Önce, bir şeyler içmek için Plaza de Bib Rambla’ya gittik. Şehrin ortasındaki havuzlu heykelin etrafındaki bu güzel meydan; cafe, restoran ve atlı karıncası ile bir şeyler içmek, aperatif bir şeyler almak için ideal bir mekân. Granada’ya gelirseniz mutlaka bu meydana bir uğrayın derim. 

Burada içeceklerimizi yudumladıktan sonra, şehir merkezini keşfetmek için yola çıkıyoruz. Gezimiz esnasında karşımıza kocaman bir katedral karşımıza çıkıyor. Gezi listesinde yer alan Granada katedralini, geç vakit olması nedeniyle ziyaret edemedik. Ancak bu görkemli yapının etrafını inceleme fırsatı bulduk. Araştırmalarımda bu yapının 1523 yılında yapılmış, olduğunu gördüm yani Endülüs sonrası, Hristiyanlar döneminde inşa edilmiş.

Katedral keşfimizin ardından, sabahın dördünden beri ayakta olduğumuz için günü erken sonlandırıp otelimize dönmeye karar verdik.

2.Gün

8 Eylül sabahı güneşli bir güne uyandık. “Getyourguide” ile yaklaşık dört saat sürecek El Hamra Sarayı turumuz için şehrin merkezinden Albaicin’e (Eski Arap Mahallesi) doğru yürüyüp, dik bir yokuşu nefes nefese çıktıktan sonra sarayın önünde rehberimizle buluştuk.

Tepenin Üstüne Kurulmuş El Hamra

El Hamra Sarayı (Alhambra Palace)

Öncelikle bu muhteşem eser ile ilgili aldığım ilginç notları paylaşmak isterim.

  1. “El Hamra” kelimesi Arapça’da “Kırmızı” veya “Kızıl” anlamına geliyormuş. Bu kırmızı rengin, İslam’ın gücünü, yaşamın geçiciliğini ve aynı zamanda El Hamra’nın sakinlerinin savaşçı ruhunu simgelediği söyleniyor.
  2. Bu tarihi bina, şehrin hâkim iki tepesinden biri üzerine kurulmuş ve İslami Arap mimarisi anlayışını yansıtan bir saray ve kale olarak kullanılmış.
  3. El Hamra, Endülüs uygarlığının zirvesi sayılan Halifelik Dönemi (929-1031)’nin değil, çöküş döneminin bir ürünü olarak ortaya çıkmış. 
  4. El Hamra’nın yapımı devam ederken, Endülüs’ün diğer iki önemli şehri Cordoba ve Seville (1236 ve 1248’de) Hristiyanların eline geçmiş. 
  5. El Hamra, Nasri Sultanlığı döneminde inşa edilmiş. İnşaatına 13. yüzyılın sonlarında başlanmış ve 15. yüzyılın başlarına kadar devam etmiş. Bu uzun inşaat süreci, sarayın farklı dönemlerde farklı hükümdarlar tarafından genişletilmesine ve sürekli olarak geliştirilmesine yol açmış.
  6. Ayrıca ilginç bir not olarak, El Hamra’nın bir ihanet hikayesi var. Granada merkezli Nasri Sultanlığı, 1232 yılında Muvahhidi Devleti’nin ardından İbnül Ahmer tarafından kurulmuş. Cordoba’yı ele geçiren Hristiyan Kastilya Kralı III. Fernando, Nasri Sultanlığı üzerinde planlar yapmaya başlamış. Bunun üzerine Nasri Sultanı İbnül Ahmer Hristiyanlara biat ederek vergi ödemeyi kabul etmiş. Ayrıca gerektiğinde Hristiyan ordusuna süvari birlikleri sağlama sözü vermiş. Cordoba’nın ardından Seville’nın da Hristiyanların eline geçmesi aşamasında, Nasri Sultanlığının askerleri de Hristiyan ordusunda yer almışlar. Yani, kendi ırk ve dininden insanları, Hristiyanlarla birlik olup, sırtlarından bıçaklamışlar. Bu gelişmeler ile Hristiyanlar Granada’ya dokunmamış ve bu nedenle El Hamra ortaya çıkabilmiş. Eğer bu ihanet olmasaydı, belki de El Hamra bugün olmayabilirdi.
  7. Dünyanın hiçbir yerinde Allah adını bu kadar çok zikreden sütun, kemer, kubbe, tavan, kapı ve duvara sahip başka bir saray yokmuş.

El Hamra ile ilgili gerçekten kitap yazılır. Ben hemen size yeri gelmişken yazılmış bir kitabı önereyim. Haluk İnancı’nın “Endülüs’ü Farklı Gezmek” kitabı, ilgilenenler için enteresan olabilir. Bazı gezi yazılarında sarayın her bölümü detaylı biçimde anlatılmış. 

Ben El Hamra Sarayı’nın bölümlerini çektiğim fotoğraflar eşliğinde kısaca anlatarak El Hamra gezi notlarımızı tamamlıyor olacağım.

Sefirler Sarayı ve Mersinli/Havuzlu Avlu (Mexuar ve Comares Sarayları)

Sefirler Sarayı hiyerarşik düzenin bir başlangıcı. Surların dışından saraya ana kapılardan biri olan Adalet Kapısı ile doğrudan bağlantı kuruluyor. 

Saray içerisinde divanhane, taht odası, holler, yıldızlı oda, hamam, kraliçenin giyinme odası gibi mekanlar bulunmakta. Mexuar Salonuna Arapça “Zafer Allah’ındır”, “Galibiyet Allah’a aittir” ibareleri altından geçerek giriliyor.

Saray’a ait Mersinli Avlu, kuzey-güney doğrultusunda uzun dikdörtgen forma sahip ve ortasında aynı biçimde bir havuz bulunmakta. Avluya adını veren mersin bitkisi havuzun her iki tarafını da süslüyor.

Comares Sarayı ayrıca “Hall of the Ambassadors” olarak da bilinen Büyükelçiler Salonu’na ev sahipliği yapıyor. Bu salon, çarpıcı bir altın kubbe ile süslenmiş ve Nazari krallarının dünyevi ve dini işlerini yürüttüğü yermiş. Burada ziyaretçilere El Hamra Sarayı’nın ihtişamını ve kralların lüks yaşamını hayal etme fırsatı sunuluyormuş.

El Hamra Sarayı’nın Mexuar ve Comares Sarayları, Endülüs İslam kültürünün zirvesini temsil eden mükemmel eserler. Bu saraylar, ziyaretçilere geçmişin büyüsünü yeniden canlandırmak için muhteşem bir fırsat sunuyor ve İspanya’da Endülüs İslam döneminin etkileyici mirasını keşfetmek isteyen herkes için ziyaret edilmesi gereken eserler.

 

Aslanlı Saray (Palacio de los Leones)

Comares Sarayından ince sütunlar arasından geçerek Aslanlı Avlu’ya giriliyor. Aslanlı Saray, Alhambra Sarayı’nın en bilinen ve en görkemli bölümlerinden biri. Bu saray, Nazari krallarının ikametgahı olarak kullanılmış ve Endülüs İslam dönemi mimarisinin en önemli örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Sarayın adı, iç avludaki 12 adet aslan başlı çeşmesinden geliyor. Bu aslan çeşmeleri, suyun zarif bir şekilde akışını sağlıyor ve Endülüs İslam sanatının zerafet ve estetik anlayışını yansıtmakta.

Aslanlı Saray, birçok farklı odayı içeriyor. En dikkat çekici bölümlerden biri, Muhteşem Salon (Salón de los Embajadores) olarak bilinen mekânı. Bu salon, altın kubbesi, muhteşem stukko işçiliği ve çinileri ile ünlüymüş. Ayrıca Aslanlı Saray’da yer alan diğer odalar da zarif süslemeleri ve Endülüs İslam sanatının inceliklerini sergiliyor.

Cennentü’l-Arife (Generalife)

Generalife, El Hamra Saray kompleksinin bitişiğinde yer alan muhteşem bir bahçe ve saray kompleksine sahip bir mekân. Bu bölüm, Nazari kralları için bir dinlenme ve eğlence mekânı olarak kullanılmış. Generalife’nin bahçeleri, su kanalları, havuzları ve egzotik bitki örtüsü sizi başka bir dünyaya götürüyor. Bahçeler, huzur ve sükunetin adeta simgesi gibi.

Generalife’deki saray, basit ancak zarif bir tasarıma sahip. Burada krallar, ailesi ve misafirleriyle vakit geçirirlermiş (Sultan’ın yazlık köşkü).

Tarih ve kültür derken acıktık. Granada’ya yolunuz düşerse ve turistik olmayan daha yerel bir tapas lezzeti tatmak isterseniz tavsiye edeceğim yer; “Bodegas Castaneda”. Genelde yerel halkın tercih ettiği, İngilizce menü bulunmayan, servis kalitesinin orta ayar olduğu, yer bulmakta zorlanabileceğiniz ve fakat lezzetli tapaslar yemenizin garanti olduğu sevimli bir yer.

İki gün geçirdikten sonra, 9 Eylül sabahı bu büyülü şehirden, zengin deneyimler ve öğretilerle ayrılıyoruz. Artık Cordoba’ya yöneliyoruz. Cordoba’da konaklama planımız yok. Endülüs’ün en önemli eserlerinden biri olan Cordoba Mosque/Cathedral’i getyourguide rehberliğinde öğle saatlerinde ziyaret edip akşam saatlerinde Seville’ya hareket edeceğiz.

3.Gün

Cordoba

Cordoba, özellikle 8.ve10.yüzyıllarda İslam hakimiyeti altında en parlak dönemini yaşamış. Avrupa’da şehirlerin nüfusu binler ile ifade edilirken Cordoba’da nufüs milyonlara ulaşmış. Cordoba; 200.000 ev, 300 hamam, 600 cami, 80 okul, 17 yüksek okul, 20 kütüphane ile sadece Avrupa’nın değil dünyanın en gelişmiş şehirlerinden biri haline gelmiş. Bundan yaklaşık on asır öncesinde Cordoba’nın İslamiyet hakimiyeti altındaki durumu şöyleymiş:

Endülüs Emirliği’nin Başkenti: Córdoba, Endülüs Emirliği’nin başkenti olarak büyük bir kültürel ve entelektüel merkez haline gelmiş. Şehir; matematik, astronomi, tıp, felsefe ve sanat gibi birçok alanda büyük ilerlemeler kaydetmiş.

Özgürlükler ve Hoşgörü: Endülüs döneminde, Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında hoşgörülü bir yaşam tarzı varmış. Bu dönemde farklı dinlerden insanlar İslamiyet yönetiminde bir arada barış içinde yaşayabilme beceresini göstermişler.

Evet, yine getyourguide aracılığıyla Cordoba’nın en önemli Cordoba Mezquita-Catedral’ini gezmek için buluşma noktasına gidiyoruz. 

Catedral’e girişte bir evlilik töreni için gelmiş bir çiftin mutlu anlarına şahitlik yapıyoruz. Bu katedral günümüzde hala aktif olarak kullanılıyor. Allah mutlu etsin diyerek, gezimize başlıyoruz.

Mezquita-Catedral (Cordoba Mosque/Cathedral)

Mezquita, bu dönemin en önemli simgelerinden biri. İlk olarak 785 yılında inşa edilmeye başlanmış ve daha sonra genişletilmiş. Mezquita, dönemin İslam mimarisinin en iyi örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Mezquita’nın tarihsel gelişimine baktığımızda;

İslam Camii: Mezquita, Abdurrahman I tarafından 785 yılında İslam mimarisi ve süslemeleri ile bezenmiş bir camii olarak inşa edilmeye başlanmış.

Hristiyan Katedrali Dönemi: 13. Yüzyılda Córdoba’yı ele geçiren Hristiyanlar, Mezquita’yı (camiyi) bir katedral olarak kullanmaya başlamışlar. Bu dönemde katedralin içine gotik tarzda yapılar eklenmiş.

Mezquita, bu tarihsel geçmişi ile hem İslam hem de Hristiyan mirasının bir karışımını temsil ediyor ama yapıldıkları tarihlere bakınca insana inanılmaz geliyor bu muhteşem eserler.

Katedral çıkışında biraz Cordoba’nın dar sokaklarında yürüyüp, hediyelik eşya dükkanlarına baktıktan sonra yemeğimizi yiyoruz.

Yemeğimizi Bodegas Mezquita Ribera adlı yerel yemekler sunan bir restoranda yiyoruz. Tapasları keyifle götürdüğümüz bu mekânın değerlendirmesi: yemekler lezzetli, servis iyi, fiyatlar orta karar. 

https://www.bodegasmezquita.com/ribera/

Bu arada Grana’daki restoranın da Cordoba’daki restoranın da isimleri “Bodegas” ile başlıyor. Bodegas İspanyolcada “şarap evi”, “şarap mahzeni”, “şarap, meyve, sebze satılan dükkân” anlamına geliyor. 

Yemekten sonra akşam hava kararmadan Seville’ya doğru hareket ediyoruz.

Yolculuğumuz yaklaşık 1,5 saat sürüyor ve akşam saatlerinde otelimize giriş yapıyoruz. 

4.Gün

Seville 

Endülüs özerk bölgesinin en büyük şehri ve merkezi olan Seville çevre kasabaları ile yaklaşık 1,5 milyon nüfusa sahip bir şehir. Bu açıdan İspanya’nın da en büyük dördüncü şehri. 

Seville, kökenini Roma şehri Hispalis’ten alan bir tarih ve kültür şehri. 711 yılındaki İslami fetihten sonra İşbiliye olarak anılan Seville, 11. yüzyılın başlarında Kurtuba Halifeliği’nin çökmesiyle bağımsız bir Seville Taifesi merkezi haline gelmiş. Sonrasında, 1248 yılında Kastilya Krallığı’na katılana kadar Muvahhidler tarafından yönetilmiş.

Seville, tarih boyunca önemli dönemeçlerden geçerek bugünkü zengin kültürünü oluşturmuş. Özellikle 16. yüzyılda Atlantik ötesi ticaretin kapısı olarak büyük bir rol üstlenmiş ve bu dönemde Seville Batı Avrupa’nın en büyük şehirlerinden biri haline gelmiş.

Seville, sadece tarihi ile değil, aynı zamanda gelişen kültürü, lezzetli mutfağı ve sıcakkanlı insanları ile de büyüleyici bir destinasyon olarak öne çıkıyor. Geçmişin izlerini sürmek ve modern yaşamın tadını çıkarmak isteyen herkes için Seville keşfedilmeyi bekleyen bir hazine. Ayrıca şehrin içinde asırlık ağaçların olduğu “millet bahçeleri”  var ki harbiden millet bahçeleri.

Burada huzuru bulmamak zor :=)

Parkları gezdikten Alkazar sarayı ve Seville katedrali turumuza katılmadan birkaç saatlik vaktimiz var, bunu değerlendiriyor ve Plaza de Espane’ye gidiyoruz.

 Plaza de Espana: Tarihin Kucağında Bir Meydan

Plaza de Espana, 1929’da düzenlenen İber-Amerikan Ticaret Fuarı için inşa edilmiş. Mimar Aníbal González tarafından tasarlanan bu muazzam meydan, İspanyol Rönesans mimarisinin en güzel örneklerinden biri. Kendine özgü yarı daire şekli, kanalları ve köprüleriyle Plaza de España, ziyaretçilere masalsı bir atmosfer sunuyor.

Hem Arap hem de İspanyol mimarisinin temel özelliklerini yansıtması amaçlanan parkın tasarımını Aníbal González yapmış. Meydanın en dikkat çekici özelliklerinden biri, dört ana köprü ile ayrılmış olan yarı daire şeklindeki bina. Meydanın etrafında dolaşan kanallar, ziyaretçilere küçük bir Venedik hissi veriyor.

Bu kadar güzelliğin içinde atlı faytonları görmek, biraz canımı sıkmadı desem yalan olur :=(

Millet bahçelerini gezip, Plaza de Espana’yı gezdikten sonra yine getyourguide vasıtasıyla iki önemli eseri görmek için buluşma noktamıza gidiyoruz. 

Real Alcazar Sarayı : Seville’nın Büyülü Dünyası

Royal Alcazar girişi, her zaman olduğu gibi yine kalabalık, yine uzun kuyruklar. Getyourguidance rehberlik hizmeti yanında bu uzun kuyrukları pas geçerek hızlıca içeri girmemizi sağlıyor. 

UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan Seville Kraliyet Sarayı, Games of Thrones hayranlarını Dorne’un Su Sarayları’ndan esintilerle karşılıyor. Bu saray Games of Thrones’ında dizisine de set olmuş. Dizide The Water Gardens of Dorne olarak bilinen yer bu güzel sarayın bahçesiymiş.

Ayrıca “Alcazar”, İspanyolca’da kale anlamına geliyormuş ve Arapça al-qasr (kale/saray) kelimesinden türetilmiş.

Bu saray, Mağribi ve Hıristiyan kültürlerinin izlerini taşıyan benzersiz bir mimariye sahip. Avrupa’da hala kullanılan en eski saray olma özelliğini taşıyan bu muazzam yapı Seville’nın kalbinde hüküm sürmeye devam ediyor.

Real Alcazar Sarayı’nın tarihi, 913 yılında Endülüs’ün ilk halifesi 3. Abdurrahman’ın, nehir trafiğini kontrol etmek amacıyla bir kale inşa etme emrini vermesiyle başlamış. Bu kale, zaman içinde saraya dönüşerek 11. yüzyılda büyüleyici bir hal almış. 

İspanyollar 13. yüzyılda sarayı teslim almış ve saray Kastilya Kralı 10. Alfonso tarafından genişletilmiş. Kastilya Kralı I. Pedro ve ondan sonraki hükümdarlar, saraya yeni eklemeler yaparak onun ihtişamını arttırmışlar. Ancak, dikkat çekici bir şekilde, bu eklemeler Mağrip tarzını ve sarayın orijinalliğini koruyarak gerçekleştirilmiş. Yani İslam Mimarisi diye yıkıp, yakmamışlar…

Real Alcazar’ın büyüleyici bahçeleri, suyun melodisi eşliğinde ziyaretçilere görsel bir şölen sunuyor. UNESCO Dünya Mirası olarak kabul edilen bu saray, sadece bir mimari harika değil, aynı zamanda tarihi bir yolculuğa çıkaran bir zaman kapsülü gibi. Yukarıda belirttiğim gibi Hiristiyan, Müslüman etkileşimi bu sarayda da görmek mümkün.

Sarayı gezdikten sonra, yürüme mesafesindeki Seville Katedralina doğru geçiyoruz.

Seville Katedrali 

Seville Katedrali, Gotik mimarinin zarafetiyle inşa edilmiş, ihtişamıyla göz kamaştıran bir anıt. Endülüs’teki eski cami olan Almohad Camii’nin yerine inşa edilen bu katedral, zaman içinde birçok değişikliğe uğramış. Değişim ve uyum, Seville Katedrali’nin evriminde belirleyici bir rol oynamış. İlk olarak bir cami olarak inşa edilen bu yapı, sonraki yıllarda kiliseye dönüşmüş. Bu değişim, zamanın getirdiği farklı kültürlerin ve inançların bir araya gelerek yeni bir hikâye oluşturmasını simgeliyor. Ama bu değişimde kültürel saygı korunmuş.

Katedralin yanında yükselen Giralda, Endülüs dönemine ait olan ve şehrin simgelerinden biri haline gelen bir minaredir. 12. yüzyılda, ilk olarak Almohad Camii’nin minaresi olarak inşa edilen Giralda, daha sonra katedral eklenirken korunarak bu eşsiz birleşimi oluşturmuş.

Farklılıkların bir araya gelerek uyum içinde var olması, Seville Katedrali ve Giralda’nın hikayesinde belirgin bir tema. Bu yapılar, çeşitli zaman dilimlerinde ve kültürler arasında geçiş yaparak, birbirine zıt unsurları birleştiren bir mozaik gibi ortaya çıkıyor.

Seville Katedrali ve Giralda, sadece taş ve tuğlalardan değil, aynı zamanda geçmişin anılarından ve tarih derslerinden oluşan bir mirası temsil ediyor. Bu muazzam yapılar, sadece Seville’nın değil, aynı zamanda tüm dünyanın tarih ve kültür mirasına katkıda bulunuyor. Bir de günümüz ülke liderlerine de ilham verse ne güzel olur. Liderler için de bir Endülüs gezisi mi düzenlesek acaba :=)

1506’da İspanya Valladolid’de 54 yaşında hayatını kaybeden Kristof Kolomb’un mezarı Endülüs’te Sevilla Katedrali içerisinde yer alıyormuş, ayrıca nehir içinde ilk gördüğümüz zaman korsan gemisi olarak yorumladığımız gemide Kolomb’un Amerika’yı keşfettiği gemiyi temsil ediyormuş. Baktığınız zaman korsan gemisine benzemiyor mu Allah aşkına :=)

Seville, çok keyifli ve huzurlu bir şehir. Bu şehre ait notlarımı iki gece fotoğrafı ile tamamlıyorum.

Bu arada araya bir parantez açarak; iyi deneyimleri paylaşırken, arada yaşadığımız kötü deneyimlerin de altını çizmek istiyorum. Sevilla’da kaldığımız iki gün içinde biraz tapas dışı bir şeyler yiyelim dedik ve damak tadımıza uygun olacağını düşünerek, iyi reyting almış bir adet Lübnan ve bir adet de İtalyan restoranına gittik. Ancak bu deneyimlerimizin ardından, “ne varsa yerelde var” deyip, bu küçük dersi de alıp cebimize koyduk :=)

Seville’da yediğimiz bir tatlıyı da anmadan geçmeyelim. Türkiye’de bizim “halka tatlısı” veya “ballı ballı” gibi isimlerle adlandırdığımız “tulumba”ya benzer bir tatlı olan Churro’nun da tadına baktık. Bunu bizim tatlıdan ayıran özellik, şerbetsiz olması. Sıcak çikolataya bandırarak yiyorsunuz. Bizimki gibi olmasa da idare eder :=)

İki günlük keyifli bir Seville gezisi ardından, 11 Eylül sabahı kahvaltımızı yaptıktan sonra, rotamızı Cadiz’e çeviriyoruz. Yaklaşık 1,5 saatlik bir yolculuktan sonra okyanus kıyısındaki Cadiz’e giriş yapıyoruz.

5.Gün

Cadiz

İspanya’nın güneybatısındaki Atlantik kıyısında keyifli bir şehir Cadiz. Bu arada en son Nerja’da Akdeniz’i görüp Granada’ya geçmiştik. Yaklaşık 4 gündür denizden uzaktık, Cadiz ile okyanusla da tanışmış olduk. 

Cadiz’e geldikten ilk iş kalacağımız yeri bulmak oldu. Cadiz’de otelde değil booking vasıtasıyla bulduğumuz 2+1 odalı, iki banyolu keyifli bir ev olan innCádizPalacio Conde Casa-Brunet ‘de kalıyoruz. Evimiz Plaze de San Antonio meydanının içinde. Cadiz’e bir gün gideceklere tavsiye edilir.

Plaze de San Antonio 

Tarihi zenginlikleri, zarif mimarisi ve eşsiz deniz manzaralarıyla dikkat çekiyor. Bu keyifli liman şehri, dar sokakları, antik binaları ve canlı kültürü ile bize keyif verdi. Cadiz’in en belirgin özelliklerinden biri, kentin çevresini saran masmavi deniz. 

Kentin etrafı masmavi olunca ne olur? Yanıt: Tabii ki sea food restoranı 🙂 Kaldığımız iki akşamda tercih ettiğimiz “Taberna El Tio de La Tiza’yı” Cadiz’e gideceklere tavsiye ederim. Bol çeşit ve lezzetli sea food ve tapas kilo değerlerimi zıplattı, ama yapacak bir şey yok :=)

Cadiz, keyifli bir şehir ancak deniz tatili yapmayı düşünmüyorsanız, ki çok önermem, iki gün ayırmaya değecek bir yer değil. Endülüs’te deniz tatili önermeme sebebim, bizim coğrafyamızdaki denize kıyasla buradaki denizin geri planda kalması. Deniz tatili dendiğinde, Türkiye veya en azından Yunanistan gelir akla, burası değil.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, diğer İspanya ziyaretlerimde pek fark etmediğim bir detay, Seville ve Cadiz’de dikkatimi fazlasıyla çekti. Peki, nedir bu dikkat çeken unsur? Sokak lambaları… Her sokakta, her meydanda, tarihi atmosferle bütünleşmiş bu sokak lambaları, Endülüs şehirlerine eşsiz bir güzellik katıyor.

Cadiz’i anladıktan sonra plan dışı bir hamle yaparak ikinci gün günübirliğine Endülüs’ün yine önemli kentlerinden biri olan Ronda’ya gitmeye karar verdik. 

6.Gün

Ronda

Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra Ronda’ya varıyoruz. Aracımızı park ettikten sonra genelde yeme içme ve turistik eşya satan dükkanların bulunduğu, Calle la Bola adı verilen ana caddeden geçerek, Ronda’nın meydanına geliyoruz. 

Küçük bir beldenin sevimli meydanı. Bu arada Ronda, Malaga’ya bağlı, 35.000 civarında nüfusa sahip küçük bir belde. Ronda’nın ilginç bir özelliği de sanatçılara ilham kaynağı olması. Ernest Hemingway, Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı romanının sahnelerini Ronda’da yazmış. Amerikalı oyuncu, yönetmen, yazar ve yapımcı Orson Welles’in külleri Rondalı boğa güreşçisi arkadaşı Antonio Ordoñez’in malikânesinin bahçesine gömülüymüş.

Meydanın biraz ilerisinde karşımıza meşhur Ronda köprüsü çıkıyor.

Ronda Köprüsü (Yeni Köprü) ve El Tanjo Kanyonu

Ronda, Endülüs’ün tarih kokan sokakları arasında gizemli bir atmosfer sunarken, şehri ikiye bölen ve El Tajo Boğazı’nı aşan Puente Nuevo (Yeni Köprü), bu büyüleyici şehrin simgelerinden biri olarak öne çıkıyor. Puente Nuevo, 120 metre yüksekliğiyle İspanya’nın en büyük köprülerinden biriymiş. Köprü 1751 yılında inşa edilmiş.

Tekrar geriye dönüyor, öğle yemeğimizi yedikten sonra boğa güreş arenası olan “Plaza de Toros de Ronda”ya doğru ilerliyoruz.

Plaza de Toros de Ronda: Güreşin Kalbi

Hayatımda ilk defa bir boğa güreşi arenasındayım. Filmlerde görmüştüm ama canlısını görmek gerçekten muhteşem bir deneyimdi. Ronda’daki boğa güreşi arenası, “Plaza de Toros de Ronda” olarak adlandırılıyor.

Bu arena, Endülüs mimarisinin güzel bir örneği olan El Maestranza Bullring’dir, 1785 yılında inşa edilmiş ve Ronda’nın simgelerinden biri haline gelmiş.

El Maestranza Bullring’i ziyaret edenler, sadece boğa güreşi etkinliklerine tanıklık etmekle kalmaz, aynı zamanda arenanın içinde yer alan boğa güreşi müzesini de gezebilirler.

Bu arada bu tarihsel mekânın muhteşemliğini yaşamakla birlikte boğa güreşlerine sevgim ve ilgim olmadığını da belirtmek isterim.

Ronda’da geçirdiğimiz keyifli turun ardından akşam Cadiz’e dönüş yapıyoruz.

7.Gün

Artık son günümüz, eşyalarımızı toparlayıp Malaga Havaalanı’na dönüş için tekrar yollara düşüyoruz. Yaklaşık üç saatlik bir yolculuğun ardından Malaga’ya varıyoruz. Aracımızı teslim ettikten sonra şimdi memlekete dönme vakti geldi.

Sonsöz

İyi ki Endülüs’e gelmişiz, çünkü bu mükemmel 6 gün boyunca gerçekten keyifli, zengin öğreti ve deneyimlerle dolu çok özel bir zaman geçirdik. Elbette bu seyahati keyifli kılan en önemli etken yanımda kafa dengi, iyi bir yol arkadaşımın olmasıydı. Bu nedenle, bu muhteşem seyahatte yanımda olan, sevgili dostum Yavuz Çakır’a bir kez daha teşekkür etmek istiyorum.

Endülüs’ün büyülü atmosferinde yaşadığımız bu deneyim, bize hoşgörü, bilim ve sanatın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlattı. Bu değerleri korumak ve geliştirmek, hepimize düşen ortak bir sorumluluk.

Endülüs’ün tarihindeki o altın çağ, kültürel çeşitliliği ve hoşgörüyü bir arada yaşatabilmenin mümkün olduğunu bize gösteriyor. Sanatın ve bilimin toplumları nasıl ileri taşıdığını görmek, geleceğe dair umutlarımızı şekillendirirken, hoşgörüyle bir arada yaşamayı öğrenmek, dünyamızı daha güzel bir yer haline getirmenin anahtarı. 

Bu nedenle, bu özel seyahatin ardından, Endülüs’ün bize öğrettiklerini unutmadan; hoşgörüyü, bilimi ve sanatı hayatlarımızın merkezine yerleştirmek için üzerimize düşenleri yaparak, birlikte daha aydınlık bir geleceğe yürümemiz pekâlâ mümkün diye düşünüyorum.

Başka bir gezimin notlarında buluşuncaya kadar hoşça kalın, sevgiyle kalın.

Deneyim Şefi

Bir yorum bırakın

Mail adresiniz yayınlanmayacaktır.

Mail Aboneliği