San Francisco’da geçirdiğimiz keşiflerle dolu bir haftanın ardından rotamızı Los Angeles’a çeviriyoruz. Kiraladığımız araçla, sahil yolunu tercih etmeden yaklaşık 5 saat 30 dakikalık bir yolculuk sonrası şehre ulaşıyoruz.
Konaklama tercihimizi GreenTree Inn & Suites Los Angeles Alhambra’dan yana yaptık. Şehrin merkezindeki kalabalık ve karmaşadan uzak, sakin ve huzurlu bir bölgede yer alan otel, özellikle araç kiralayanlar için ideal bir konumda. Los Angeles’ı keşfetmek isteyenler için sessiz ama ulaşımı kolay bir üs niteliğinde. Avlusunda yeterli otopark bulunuyor; kahvaltısı çok iddialı olmasa da gayet yeterli ve oda fiyatları da oldukça makul.
Los Angeles’a daha önce iki kez gelmiştim ama şehrin dağınık yapısında kaybolmuş, onunla gerçek bir bağ kuramamıştım. Bu kez farklı olmasını hedefleyerek geldim: Daha detaylı bir plan yaptım, görmek istediğim yerleri önceden belirledim ve zihnimi yeni deneyimlere açtım. Bu sefer perdeyi aralayabilecek miydim acaba? Melekler Şehri ile bu kez daha güçlü bir bağ kurabilecek miydim?
Gözümüz Yükseklerde – Griffith Observatory
Los Angeles’taki ilk günümüze enerjik bir başlangıç yapmak istedik. Sabah kahvaltının ardından, hiç vakit kaybetmeden daha önce hiç gitmediğim ama gidenlerden pozitif yorumlar duyduğum Griffith Observatory’e doğru yola çıktık. Yaklaşık 30 dakika sonra mekana vardığımızda sabahın erken saatleri olmasına rağmen karşılaştığımız yoğunluk tam bir sürpriz oldu. Zar zor ana binadan epey uzakta yol kenarında bir boşluk yakalayıp aracımızı park ettik. Ve gözlemevine ulaşmak için oldukça dik bir yokuşu tırmanmaya başladık. Neyse ki yürüyüş boyunca gözlerimizin önüne serilen manzara, bu zahmete fazlasıyla değdi.

1935’ten beri halka açık olan bu ikonik gözlemevi, sadece astronomi tutkunları için değil, şehri en güzel açıdan görmek isteyen ziyaretçiler için de bir tercih noktası. Hollywood Tepeleri, Downtown LA ve ufukta Pasifik Okyanusu… Hepsi tek bir karede birleşiyor. Buradan hem Hollywood yazısını hem de Los Angeles siluetini aynı karede görebiliyorsunuz. Şehir sanki ayaklarınızın altında seriliyor. Gündoğumu ya da günbatımında burada olmak hoş bir seçim olabilir.

Gözlemevine doğru yürüyüşümüzün bitiminde bizi altı büyük bilim insanının yer aldığı AstronomlarAnıtı karşıladı. Hipparchus, Copernicus, Galileo, Kepler, Newton ve Herschel’in heykelleri, insanlığın gökyüzüne duyduğu merakın zamanlar ötesi simgesi gibi yükseliyordu. Bu tarihi figürlerin arasında yürümek, ziyaretin daha başında mekâna ayrı bir derinlik kattı.

Binanın dış cephesi klasik mimarisiyle oldukça etkileyici. Kubbeleri, sütunları ve heybetli duruşuyla Griffith Gözlemevi geçmişten bugüne taşınmış bir bilim tapınağı gibi.
Gözlemevinin içi astronomiyle ilgilensin ilgilenmesin herkesin merakını celbedecek şekilde tasarlanmış. Gözlemevinde interaktif ekranlarla dolu alanlarda dolaşırken, karşınıza çıkan Foucault sarkacı, Güneş Sistemi modeli, çeşitli büyüklükteki teleskoplar kendinizi bir bilim kurgu filminin içinde hissetmenize sebep oluyor.

Gözlemevinin en çok ilgi gören alanlarından biri, devasa Tesla bobini ile yapılan “elektrik akımı” gösterilerinin olduğu bölümdü. Biz bu gösterinin bir benzerini Belgrad seyahatimizde Nicola Tesla müzesinde izlemiştik. O yüzden hızlı geçtik, ama izleyenlerin yüzündeki hayret ve coşku ifadeleri görülmeye değerdi.
Griffith Observatory ziyaretimizin ardından güçlü bir hisle kalıyoruz. Burada insan evrenle, zamanla ve kendisiyle yeniden temas kuruyor. Bilginin halka açıldığı, bilimle sanatın buluştuğu böyle bir mekânda olmak, Los Angeles’ın sıradan günlük karmaşasının ötesinde bir anlam sunuyor.
Hollywood Walk of Fame & TCL Chinese Theatre: Işıltılı ama Mesafeli
Los Angeles gezimizin ilk gününe daha önce de görme şansı bulduğum, şehrin belki de en turistik ve bilinen noktalarından biri olan Hollywood Walk of Fame ile devam ediyoruz.
Aracımızı bir otoparka bırakıp, kalabalığa karışarak cadde boyunca yürümeye başlıyoruz.
Yolun her iki yanında kaldırım taşları üzerinde yer alan yıldızların üzerinde yazılı isimler; sinema, televizyon, müzik ve eğlence dünyasının devlerini ölümsüzleştiriyor. Her adımda tanıdık bir isimle karşılaşmak mümkün: Audrey Hepburn, Michael Jackson, Walt Disney… Bu yıldızlar, hem geçmişin hem bugünün yıldız tozunu taşıyor gibi.

Cadde üzerindeki kalabalık, kostümlü performans sanatçıları, hediyelik eşya dükkanları ve yükselen binalar arasında yer alan TCL Chinese Theatre, bölgenin en ikonik yapısı. Avlusundaki el ve ayak izleri ile bu sinema, sadece bir mimari yapı değil; Hollywood’un kendine kurduğu efsanenin fiziksel temsili gibi.

Ancak tüm bu gösterişli atmosferin içinde, içimde bir mesafe hissi olduğunu inkâr edemem. Parlak ışıkların ve kalabalığın yarattığı cazibe, ilk kez gelenler için etkileyici olabilir; ama benim için bu alan, biraz fazla turistik ve yapay kalıyor. Görülmeli mi? Evet. Etkileyici mi? Belki sadece tarihin hatrına. Ama Los Angeles’ın ruhunu daha derinden hissetmek için daha farklı yerlere yönelmek gerektiğini bir kez daha fark ediyorum.
Beverly Hills: Işıltılı Bir Vitrin, Sessiz Bir Gösteri
Hollywood Walk of Fame kalabalığından uzaklaşıp kısa bir araç yolculuğuyla Los Angeles’ın en simgesel ve merak uyandıran bölgelerinden biri olan Beverly Hills’e geçiyoruz. Aracımızı uygun bir noktaya park ettikten sonra, rotamızı herkesin klasikleşmiş pozu verdiği meşhur “Beverly Hills” yazılı parka çeviriyoruz. Hemen önündeki küçük havuzun başında birkaç kare çekildikten sonra park içinde yürümeye başlıyoruz.

Parkın içinde dikkat çekici bir sergiyle karşılaşıyoruz: gerçek boyutlarda bambudan yapılmış fil heykelleri. Hindistan’dan yola çıkan ve 5.000 millik bir farkındalık yolculuğunun parçası olan bu fillerin her biri, doğayla uyumlu yaşamı teşvik eden küresel bir sanat projesinin ürünü. Doğal malzemelerle yapılan bu sessiz devler, lüksün merkezinde oldukça anlamlı bir mesaj veriyor: yaban hayatıyla birlikte var olabilmek mümkün.

Parktan ayrılıp Beverly Hills’in kalbi sayılan Rodeo Drive çevresinde yürüyüşe başlıyoruz. Burada dünyaca ünlü moda markalarının mağazaları neredeyse müze gibi dizilmiş. Gucci, Chanel, Cartier, Prada… Vitrinler başlı başına birer tasarım harikası. Mağazaların içine girmekten çok, sokaktaki atmosferi gözlemlemek, insanların tarzını izlemek ve detayları fark etmek daha keyifli.
Alışveriş bölgesinden uzaklaşıp aracımızla Beverly Hills’in lüks konut bölgelerinde kısa bir tur atıyoruz. Palmiye ağaçlarının gölgelediği geniş caddelerde gözlerden uzak devasa villalar, bakımlı bahçeler ve yüksek duvarlar arasında dolaşıyoruz. Her biri bir film setinden çıkmış gibi. Sessizlik içinde yükselen bu evler, Beverly Hills’in gösterişi seslendirmeden sunduğu dünyasını temsil ediyor.

Santa Monica Pier: Okyanus Kıyısında Renkli Bir Nefes
Beverly Hills’in sakin ama gösterişli sokaklarından ayrılıp, yönümüzü Pasifik kıyısının en canlı noktalarından biri olan Santa Monica Pier’e çeviriyoruz. Kısa bir araba yolculuğunun ardından, açık hava, müzik ve tuz kokusuyla dolu bir atmosfere adım atıyoruz. Burada bambaşka bir ruh hâli hâkim: daha rahat, daha renkli, daha özgür.

Santa Monica Pier, ilk bakışta bana San Francisco’daki Pier 39’u hatırlatıyor. Aynı panayır havası, aynı sokak çalgıcıları, aynı “anlık mutluluklar” duygusu burada da var. Ama bu sefer fon daha da etkileyici: uçsuz bucaksız Pasifik Okyanusu ve neredeyse sonsuz görünen Santa Monica Beach.

Pier’in üzerinde ilerledikçe karşımıza çıkan Pacific Park isimli küçük lunapark, bölgenin simgesi hâline gelmiş. Dönme dolap, hız treni ve pamuk şeker kokusuyla dolu bu alan, çocuklar için olduğu kadar yetişkinler için de nostaljik bir kaçış noktası. Renkli ışıkları, kahkahaları ve sahile bakan konumuyla burası, Los Angeles’ta içinizdeki çocuğa dokunabileceğiniz yerlerden biri.

Santa Monica Pier’de akşam yemeği molamızı daha önce San Francisco Pier 39’da deneyimlediğimiz Bubba Gump Shrimp Co.’da veriyoruz. Film tutkunlarının yakından tanıdığı bu deniz mahsulleri restoran zinciri, Tom Hanks’in başrolünde yer aldığı meşhur Forrest Gump filminden esinlenerek kurulmuş ve dekorasyonundan menüsüne kadar bu temayı yaşatıyor.
Pier’in sonunda plaja indiğinizde fark ediyorsunuz ki Santa Monica sadece kalabalık değil; aynı zamanda uzun bir nefes alma alanı.
Long Beach & Aquarium of the Pacific: Okyanusun Kalbine Dokunmak
Los Angeles gezimizin ikinci gününü, biraz daha güneyde kalan ama kesinlikle görülmeyi hak eden bir bölgeye, Long Beach’e ayırıyoruz. Sabah saatlerinde yola çıkıp şehrin biraz dışında yer alan ve enerjisi oldukça farklı olan bu sahil bölgesine varıyoruz.
İlk durağımız, Aquarium of the Pacific.
Aquarium of the Pacific: Camın Ardındaki Büyüleyici Dünya
Long Beach’in belki de en ikonik noktalarından biri olan bu dev akvaryum, adeta okyanusa bir yolculuk. Yarım günümüzü burada geçiriyoruz ve zaman nasıl geçti, inanın anlamıyoruz.
Oldukça geniş ve kapsamlı olan bu akvaryumun haritasını aşağıda bulabilirsiniz. Burayı ziyaretinizde sizin de en az yarım gününüzü ayırmanızı öneririm.

Akvaryumda yüzlerce canlı türü var: mercan resiflerinden Pasifik’in derin sularına, tropikal balıklardan dev ahtapotlara kadar birçok canlıyı yakından görme fırsatı yakalıyorsunuz. Bazı deniz canlılarıyla ise ilk defa tanışma fırsatınız oluyor .

Ama bu deneyimi özel kılan şey, sadece izlemek değil; dokunmak!
- Küçük köpekbalıklarını ve vatozları elinizle okşayabiliyor, o kaygan ve şaşırtıcı hissi birebir deneyimleyebiliyorsunuz.

- Deniz yıldızları ve deniz kestanelerinin minik akvaryumları başında zaman geçirmek bile meditatif bir etki yaratıyor.

- En keyifli bölümlerden biri ise kesinlikle deniz aslanlarının gösterisi. Hem sevimli hem zekiler; izlerken hem gülüyoruz hem de hayran kalıyoruz.

Aquarium of the Pacific, eğlenceli olduğu kadar bilgilendirici de bir alan. Her yaş grubuna uygun bölümler, çocuklar için oyun alanları, çevresel farkındalık panoları ve interaktif ekranlarla dolu. Okyanusun korunması gerektiğini yalnızca söyleyen değil, hissettiren de bir yer burası. Los Angeles’ı ziyaret edenlere mutlaka gidin diyeceğim yerlerin başında olur Aquarium of the Pacific.
Akvaryumdan sonra kısa bir yürüyüşle Long Beach Pier tarafına geçiyoruz. Santa Monica kadar kalabalık değil. Daha çok yerel halkın vakit geçirdiği, daha dingin, daha yavaş bir sahil şeridi burası.

Sahilde yürümek, palmiyeler arasında manzaraya karşı oturmak, ufuktaki tekneleri izlemek… Hepsi bir araya gelince şehirden uzaklaşmış gibi değil, bambaşka bir ritme geçmiş gibi hissediyoruz.
Universal Studios Hollywood: Sinemanın İçine Adım Atmak
Los Angeles’taki üçüncü günümüzü tamamen Universal Studios Hollywood’a ayırıyoruz. Burası yalnızca bir tema parkı değil; sinema tarihine, hayal gücüne ve ileri teknolojiye açılan dev bir evren. Daha önce hiç gelmemiştim, bu yüzden hem beklentim yüksek hem de heyecanım 🙂

Günü dolu dolu yaşayabilmek için Express Pass biletlerimizi önceden alıyor, sabah erkenden parka giriş yapıyoruz. Hedefimiz, gün bitmeden her bölümü deneyimlemek — ve bunu gerçekten de başarıyoruz!
Ziyaretimize, Universal Studios’un en meşhur ve en sinemasal deneyimiyle başlıyoruz: Studio Tour.

Yaklaşık bir saat süren bu turda gerçek film stüdyolarının içinden geçiyor, Hollywood’un büyüsünün nasıl inşa edildiğini gözlerimizle görüyoruz.
- Jaws’ın beklenmedik çıkışı,

- Aniden bastıran fırtına ve su baskını,

- Düşen uçak,

Her bölüm sinemanın illüzyon gücünü yüzünüze çarpıyor. Bir bakıma Hollywood’un mutfağını görmek gibi.
The Wizarding World of Harry Potter; burası, parkın en büyüleyici alanlarından biri.
Hogsmeade Köyü’nün sokaklarında dolaşırken, adeta gerçek dünyayla bağınız kesiliyor.

Harry Potter and the Forbidden Journey simülasyonunda Hogwarts koridorlarında uçuyor, ejderhalardan kaçıyoruz.

Flight of the Hippogriff adlı açık hava hız trenine ise biz binmedik. Ailemizi temsilen oğlumuz Ömer deneyimledi.
Lower Lot: Aksiyonun Kalbi
Parkın alt kısmı tam bir adrenalin merkezi.
- Jurassic World: The Ride, dinozorların arasından geçip finalde ıslanarak tamamladığımız harika bir deneyim.

- Mario Kart: Bowser’s Challenge, AR gözlüklerle bambaşka bir oyun evrenine sokuyor bizi.
- Transformers The Ride-3D, sanal gerçeklikle fiziksel hareketin birleştiği, sinir bozucu derecede etkileyici bir simülasyon.
Her biri sinemayı fiziksel olarak hissettiren, içindeymişsiniz gibi yaşatan deneyimler.Gün boyunca Minion’lardan Simpsons karakterlerine kadar pek çok sevilen figürle karşılaşıyoruz.
Fotoğraf molaları, yürüyüş aralarında yakalanan dans gösterileri, kostümlü karakterlerin doğaçlama performansları…
Universal Studios’un belki de en güzel yanı, her köşesinde sizi şaşırtacak bir detayın olması. Ve son olarak;
WaterWorld Stunt Show: Sinemanın Nefes Kesen Sahne Hâli
Günün finalini, parkın en çok konuşulan gösterilerinden biriyle yapıyoruz: WaterWorld Stunt Show.
Saat 14:15 seansında önceden gelip yerimizi alıyoruz. Dev set, su dolu arena ve paslı platformlar arasında neler olacağını beklerken, bir anda aksiyon başlıyor:
- Jet ski’lerle yapılan kovalamacalar,
- Gerçek patlamalar,
- Çatılardan atlayan dublörler,
- İzleyicileri ıslatan su dublörleri (tribünde ıslanmamak için biraz arkalarda oturmanız veya yedek tişört getirmeniz tavsiye olunur)
- Ve… finalde sahneye dalan gerçek boyutta bir uçak!

Seyircinin nutkunun tutulduğu bu sahne, gösteriyi unutulmaz kılıyor. Film gişede ses getirmemiş olabilir ama burada yaşattığı heyecan efsanevi.
Universal Studios Hollywood, sadece bir eğlence parkı değil; hayal kurmanın, hikâye anlatıcılığının ve sinema teknolojisinin iç içe geçtiği bambaşka sihirli bir evren.
Her bir deneyim, izlediğiniz bir filmin içine girip onun bir parçası olma hissi veriyor.
Sabah 09:00’dan akşam 18:00 e kadar dolu dolu geçen bu gün, “keşke tekrar gelsek” dedirten nadir deneyimlerden birine dönüştü.
Öyle ki, Los Angeles’ta neresi mutlaka görülmeli diye sorsanız cevabım net: Universal Studios.
Son Söz
Bu defa Los Angeles bana bambaşka yanlarını gösterdi. Önceden dağınık bulduğum şehir, doğru planlama ve zamanla çok katmanlı bir deneyime dönüştü.
Los Angeles’ta mutlaka yapın diyeceğim 5 şey:
- Griffith Observatory’de gün doğumu veya batımını izleyin.
- Santa Monica Pier’de gün batımında yürüyüş yapın.
- Aquarium of the Pacific’te deniz canlılarıyla temas edin.
- Universal Studios’ta Studio Tour ve WaterWorld gösterisinde yerinizi alın.
- Beverly Hills’in sakin villa sokaklarında kısa bir tur atın.
Artık Los Angeles, benim için sadece dev bir metropol değil; keşfetmeye değer hikâyeler ve duygular barındıran bir şehir. Ve evet, bu sefer perdeyi aralamayı nihayet başardım.
Bir yorum bırakın